Yoksulluğun Sınıfsal Arka Planında Ekolojistler Ne Diyor ?
Türkiye’deki çevreci toplulukların çevre sorunlarına bakış açısını belirleyen noktalar, bu toplulukların beslendikleri felsefi damarlarla çok yakından ilgilidir. Ülkemizde çevre sorunlarına karşı duyarlı her topluluğun politika üretmekle zorunlu olduğu belli başlı alanlar; nüfus, enerji, tarım, kentleşme… alanlarıdır. Bu bakış açılarının nüfus sorunu üzerine söyledikleri, onların hem sınıfsal duruşlarını vurgulamakta, “çevrecilerin yeşilin tonlarından ibaret bir güzelleme” olmadığını göstermekte, hem de yukarıda saydığımız problem alanlarında geliştirilecek çözüm önerilerine bir alt yapı hazırlamaktadır.
Nüfus sorununun politik ve felsefi temelleri
Nüfus sorununun politik ve felsefi ayak izlerini sürdüğümüzde; Thomas Malthus’un ‘Nüfus Üzerine Deneme’ çalışmasıyla karşılaşırız. Bu eser, referans biçimleri çeşitlense de egemenlerin yani kapitalistlerin başucu kitabı olmuştur.
Kendisi felsefi anlamda bir Doğal Teolog[1] olan Malthus, bu çalışmasında insan toplumuna yön veren ve gelecekteki ilerleme olanaklarını belirleyen en temel ilkenin ‘nüfus ilkesi’ olduğunu; besin maddeleri ancak (1,2,3,4, … gibi) aritmetik oranda artarken; nüfusun denetlenmediği takdirde (1,2,4,8,16 … gibi) geometrik oranda artacağını söylüyordu[2]. Malthus, nüfus kuramıyla “Yaradılışın yüce erdemine karşı çıkmaktansa; boyun eğmenin daha iyi” olduğunu söyler. 1897’de yazdığı bu denemeyi; Godwin ve Condarcet’ın savunduğu gibi geçim araçlarıyla nüfusun dengesinin bozulmayacağı ve geçim araçlarının hakça paylaştırılması için eşitlikçi bir toplum yaratılması iddiasına karşı kaleme almıştı.[3] Geçim araçlarıyla nüfus arasında bir dengenin olduğunu Godwin gibi kabul ediyordu. Ancak nüfus kontrol edilmediğinde geometrik bir oranda artma olduğunu, ancak yiyecek arzının en iyi ihtimalle aritmetik bir oranla artacağını söylüyordu.
Burdan doğru Malthus: “Sınırlı geçim araçlarıyla nüfus arasındaki dengenin; fiili kısıtlamalarla, doğumun sınırlandırılmasıyla, rastgele cinsel ilişkilerin engellenmesiyle sağlanacağını, bunlar doğal dengeyi sağlamazsa; hastalık, salgınlar, kıtlık, sefalet doğal dengeyi sağlayacak” diyordu.[4] Kitabın başında belirttiği üzere bu denemenin temel tezi: “Bir mülk sahipleri sınıfıyla bir emekçiler sınıfının varlığının zorunlu olduğunu kanıtlamaktı.”
Akıl yürütmesini “nüfus ve üretim artışının dünyanın taşıma kapasitesini aşacağına” dayandıran Neo malthusçuların tezinin aksine; Malthus, gelecekte dünyanın üretimine hiçbir sınır konamayacağında, bu üretimin durmadan artabileceğinde ve her türden belirlenmiş miktarı aşabileceğinde ısrar etmiştir. “Nüfus konusunda Malthusçu kuramın tehlikesi, zamanın her noktasında matematiksel olarak daima bir nüfus fazlasının doğacağıydı.”[5]
Nüfusun geçim araçlarına uymak zorunda olduğunu ve insan nüfusu üzerinde sefalet ve kötülükle özdeşleşen çeşitli doğal engellerin varlığının yasal bir zorunluluk olduğunu söylüyordu. Bu kısıtlamaların da özellikle alt sınıflara uygulanamayacağını belirterek ekliyordu: “Herkes doğanın nimetlerinden eşit pay alamaz. Doğanın kaçınılmaz yasaları bazı insanların yoksulluk içinde kıvranmalarını gerektirir. Bunlar, hayatın büyük piyangosundan boş çekmiş olan mutsuz kişilerdir. Çoktan sahiplenilmiş bir dünyaya doğan kişi, eğer anne babasından adil biçimde talep edebileceği geçim araçları almamışsa, en ufak yiyecek üzerinde hak iddia edemez. Doğa ona gitmesini emreder ve eğer konuklardan bazılarının şefkatinden yararlanamazsa, bu emri çabucak yerine getirir. Eğer böyle konuklar kalkarlar da sofrada ona da yer açarlarsa, aynı lütuftan yararlanmak isteyen davetsiz misafirler derhal sofraya üşüşür.” Nüfusun artışının denetlenmesinde takındığı bu sınıfsal tutum, aynı zamanda matematiksel bir ifadesi olan geometrik artış argümanlarının da cilasını kazır. Malthus’un nüfus kuramının özünün “dinsel doğa” kavrayışında yattığı açıktır. Kendisi de bir rahip olan Malthus, dinsel dogmanın ekonomi-politikte görünümünü ifade etmekten başka bir şey yapmaz. Bu çaba teolojik doğalcılığı, burjuva toplumunun ekonomik zorunluluğuyla birleştirme çabasıdır. Bu düşünce çizgisinin ima ettiği, hatta açıktan söylediği “yoksullar fazlalık olduğundan, açlıktan ölmelerini olabildiğince kolaylaştırmaktan, bir sınıf olarak çoğalmalarını asgari ölçüde tutmak dışında kurtuluşları bulunmadığına ikna etmekten başka onlar için yapılacak bir şey yoktur.”
Yoksulluğun, yoksulların ortadan kaldırılmasıyla çözüleceğini savunan Malthus; kır nüfusunun kentlere göç ettirilerek sanayi burjuvazisine ucuz emek olmasını savunuyordu. Burjuva toplumunda nüfus giderek topraktan uzaklaştırılıyor, bu da üretimin hem insani hem doğal yönünün sömürüsünün yolunu açıyordu.
Özel mülkiyeti kutsayan ve tanrıyla özdeş sayan bu bakışın doğal sonucu; “Varoluşumuzun ilk koşulu olan toprağın, bir alışveriş nesnesine dönüştürülmesinin ve insanın kendi yaşamında kullanamayacağı bir üretimde köleleştirilmesinin son adımıydı”. Her türlü toplumsal ilerleme, toprağın işlenmesinde, hayvancılıkta hızlı ve sürekli gelişme, kapitalist üretim düzeyinde yaşanan sıçrama “besin maddelerinin aritmetik olarak artacağı” tezini çürüttü.[6]
Malthus’un söyleminin kapitalistlerce kullanılması, kapitalist sanayileşmenin yaşıyla eşitken; bu söylemin çevreciler tarafından sahiplenilmesi Ehrlich ve Hardin gibi yeni Malthusçuların “çok fazla insan var” açıklamalarının Avrupa’nın özgül koşullarında çevrecilerde yankı bulmasıyla olmuştur.
İnsansız ekoloji olur mu?
Sömürgeci politikalarla kapitalistleşen ve toplumsal üretimin ciddi bir savurganlığa, meta tüketimine dönüştüğü yıllarda Anne Naes soyut bir GAİA -doğa tanrı– fikriyle insanların doğaya uymaları gerektiğini; bu yüksek tüketim düzeyinden insanların sorumlu olduğunu söyler. Bave Foreman da “insan ırkı yok olabilir ve ben hiç gözyaşı dökmem” der. Derin ekolojistler kurban olarak insanı seçmişlerdir. İnsan ile doğayı birbirinden koparıp, “ekoloji insansız yapar (yapabilir)” diyorlardı. Peki bu “insan” kimdi? Nerede yaşamaktaydı? Bu sorulara cevabını da Hardin, Can Sandalı Etiği isimli makalesinde veriyordu: “Var kalmak için insanın beslenmesi zorunludur. Doğada bir türün nüfusu; ekosistemin -ki bu sınır nedir hiçbir ölçüt kullanılmamıştır Hardin’de- taşıma gücünü aşarsa ya ekosistem çöker ya da nüfus, sistemin taşıma gücü seviyesine iner. Malthusçu görüşe göre; nüfus artışı çevre sorunlarının en temel sebebidir. Nüfus sorunu engellenmelidir. Çünkü besinler aritmetik artar, nüfus geometrik olarak artar.”[7] “Bu sorunu çözmek için ise, nüfus planlaması yapılmalıdır. Devlet her ailenin kaç çocuk yapacağını belirlemelidir. Sosyal devletten vazgeçilerek, liberal politikalara dönülmelidir; böylece sorumsuz ana babalar ve onların çocukları kendi hallerine terkedilecektir”[8]. “Miras, çocuklara biyolojik yeteneklerine göre dağıtılmalıdır. Eğer bunlar yapılmazsa ortak kaynaklar kurutulur, çocuk yapma özgürlüğü uzun vadede herkese yıkım getirir.”
Ona göre her ülke cankurtaran sandalına benzetilebilir, her ülkenin belli bir taşıma kapasitesi vardır. Dünya nüfusunun yoksul sandallarında yer alanlar zengin sandallarına kabul edilme umuduyla denize atlarlar. Bu konuda yeni göçmen politikası konusunda yapılacak şey açıktır. Zengin sandallarına hiç kimse alınmamalıdır. Hardin: “Biz buraları Kızılderililerden aldık, içeri girdik, oysa girdiğimiz kapıları şimdi başkalarına kapatıyoruz, bu haksızlıktır” diyenlere açık yüreklilikle[9] “hırsızların torunları” olduklarını ifade eder. Onlara 209 milyon Kızılderili olmayanın nereye gideceğini sorar. Özetle “kapıları kapatalım” der. Hardin zengin sandallarında nüfusun 87 yılda, yoksul sandallarında ise 21 yılda katlandığını söyler. Bunun ışığında dış yardım konusunda ülkeleri üçe ayırır: 1-Dış yardım almadan da yaşayabilecek olanlar, 2-Dış yardım almazsa ölebilecek ama alırsa yaşayabilecek ülkeler, 3-Dış yardım alsa da almasa da ölecek ülkeler.
Eldeki sınırlı yardım olanakları 1. ve 2. guruba gönderilmelidir. 3. gruba yapılan yardım boşunadır, hasta zaten ölecektir. 3. gruptakilerin ölümlerine üzülmek yararsızdır. En çıkar yol, bu ülkelerin kendi nüfus artışlarını kontrol etmeleridir. Hardin’in önerisi şudur; “yabancı bir ülkenin aşırı nüfus artışından kaçmasına nasıl yardım edebiliriz? Yapabileceğimiz en kötü şeyin gıda göndermek olduğu açıktır… Atom bombası daha nazik olurdu. Çünkü birkaç saniye sefalet çok acı olurdu, ama kısa zamanda bundan böyle sefalet çekmemek üzere birkaç kişi hayatta kalırdı.” [10]
Bu sayede zengin kapitalist ülkeler yoksul ülkelerin aşırı nüfus nedeniyle dünyanın “kıt kaynaklarını tükettikleri” politikasına felsefi-etik bir temel buluyorlar. Bu politikayı da kurdukları uluslararası kuruluşlarla sömürgeleştirilmiş yoksul ülkelere ihraç ediyor, o ülkeleri bu politikaya inandırmaya çalışıyorlar ve asıl sorumlu, kaynakları hoyratça tüketen kapitalist üretim değilmişçesine hareket ediyorlar. Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulan Dünya Besin Fonu Hardin’in 2. grupta saydığı ülkelere yardım ederek aynı zamanda yoksullara yardım yoluyla küresel adaletsizliğin üzerini örtüyor.
Kapitalist ülkelerdeki egemen sınıfın sözcülüğünü üstlenmekse yeşillere düşüyor. Yeşil politikaya göre “tek gerçek kirletici insandır” tabii ki bu insanlar kuzeyli zenginler değiller. Alman Yeşiller Partisi’nin programına göre de global politika bölümünde “aşırı nüfus artışı” sorununun çözülmesi gerektiği söyleniyor. İngiltere Yeşil Partisi de kendi yoksullarının sorun olduğunu; İngiltere’de nüfusun 55 milyondan 35 milyona çekilmesi gerektiğini programlarında belirtiyor.
Bu felsefi ve politik argümanlar da sömürgeleştirilmiş ülkelere sivil toplum örgütleri, devlet kuruluşları ya da uluslararası kuruluşlarla giriyor. Örneğin; Türkiye’nin ilk çevre topluluğu olan ve Anayasaya ‘Çevre Hakkı’ maddesini koydurtmakla övünen topluluğun tezleri tam da bu kapitalist bakış açısının izlerini taşımaktadır. Topluluğun (Türkiye Çevre Vakfı) nüfus konusundaki çalışmaları, yani projeleri Birleşmiş Milletler tarafından desteklenmekte, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA), yaptığı parasal destekle yoksul ülkeleri, bu sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarıyla nüfuslarını kontrol altına almaları gerektiğine ikna etmeye çalışmaktadır. TÇV yayınlarından çıkan Küresel Komşuluk kitabında “Her ne kadar Malthus’un kuramı doğrulanmış olmasa da; 1994 yılındaki nüfus ve kalkınma konferansında vurgulandığı gibi nüfus büyümesi dünyanın pek çok yerinde besin güvenliğinin yok olmasına neden olmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerdeki yoksullara yardım edilirse çevre sorunlarına çözüm yaratılabilir.”[11]
TÇV’nin çevirileri ve yayınları bu anlamda çok önemlidir. Çevre üzerine yapılan çalışmalarda bir başvuru kaynağı olmasından ötürü bu bakış açısı birçok örgütün ve akademisyenin konuya bakışını belirlemiştir.
Bununla birlikte W.S.Thompson’un geliştirdiği demografik geçiş kuramında “nüfus artışı yada azalışı Malthusçular gibi sadece biyoloji ile değil sosyal ve ekonomik faktörleri de katarak açıklanır. Kuram, Malthusçuluğun “Kaynaklar arttıkça nüfus da ona bağlı olarak artar” öncülünü yadsır. Ekonomik kalkınmanın ve refah seviyesinin yükselmesinin nüfus artış oranını düşürdüğünü söyler.[12]
Necmettin Çepel’in Doğa, Çevre-Ekoloji ve İnsanlığın Ekolojik Sorunları kitabında dünyadan ve Türkiye’den nüfus artış miktarları veriliyor.
M.Ö. 8000………………. 5 Milyon
1960……………………….. 3 Milyar
2000……………………….. 20 Milyar
Ülkemizde;
1927………………………..13 Milyon
1990……………………….. 56 Milyon
Bugün……………………… 70 Milyon
“Bu artışlardan çıkarılan sonuçsa şöyle: aşırı nüfus artışı kıt kaynaklara baskı yapar ve bunların tükenmesine yardımcı olur.” Bu aşırı nüfusu azaltmak için etkili bir nüfus politikası gütmek gerekir. Bu politika, geniş ulusal demografik araçları ve diğer sosyo-ekonomik ilişkileri birlikte dikkate alan bir politikadır.[13]
Bu politikanın uygulanması için aile planlaması yapılmalı, doğum oranı düşürülmeli, kadınlar eğitilmeli, ekonomik gelişme iyileştirilmeli…. demesine karşılık kitap, yoksulluk bölümünde “yoğun kalabalığın besin maddelerini almak için para bulamadığını” vurgulamasına karşın sorunu döndürüp dolaştırıp eşitsizliklerden uzaklaştırıyor ve aşırı nüfusa getiriyor.
Ruşen Keleş ve Can Hamamcı’nın kitabı Çevre Bilim’de de “Çevre bilim açısından ‘nüfus sorununun’ temelinde nüfusun artması ve çevresi üzerindeki baskısı yatmaktadır. Dünya nüfusundaki artış, sınırlı ve kıt kaynaklar üzerindeki baskıyı arttıracaktır. Refah dağılımı dengesizliği nüfus ile beslenme sorununda önemlidir. Nüfusun hızla artması yabanıl bir kentleşmeye, yetersiz beslenmeye, salgın hastalıklara yol açacak, yoksulluğun çevre sorunlarını doğurduğu kısır döngüyü sürdürecektir. Kısaca çevre, artan nüfusun baskısıyla yanlış kullanılmakta ve ekonomik gelişmenin hedef olduğu bir ülkede nüfus artışı bu durumu dizginlemektedir.“[14]
Mine Kışlalıoğlu–Fikret Berkes’in kitabı Çevre ve Ekoloji’de belirttiklerine göre de; Çin’in ‘çokluktan güç doğar’ politikasından vazgeçip doğum kontrol yöntemleriyle nüfus artış hızını yarıya indirdiğini söyler. Bu süreç kitapta Çin’in kapitalistleşme süreci olarak okunmadığı gibi, Sincan-Uygur bölgesindeki halkın kökünün nasıl kazındığına da hiç değinmez.
Yapılacaklar bellidir: Aşırı nüfus kalkınmanın belasıdır. Demografik kalkınma için yapılacaklar: “1-Gençlerin ve kadınların eğitimi, 2-Yaşlılara sosyal güvence sağlanması, 3-Tüm ülke çapında sağlık hizmetlerinin sağlanması, 4-Ülkelerin her noktasına ulaşan doğum kontrol yöntemleri”dir.[15] Bu yaklaşımın bilimsel bir bakış açısı olduğunu söyleyen kitabın tarihle kurduğu ilişkiye bakınca bilimin de ideolojik bir zemini olduğunu kavramak kolaylaşıyor.
Kısmen sosyal politikalarıyla nüfus sorununa çözümler üreten bu akademik çerçeveler neoliberal politikaların hüküm sürdüğü sömürgeleştirilmiş ülkemizin seçeneğine dair pek bir şey söyleyememektedirler bu yüzden. Sağlık, eğitim hizmetleri çoktan paralılaştırılmışken bu söylemler havanda su dövmekte; sorunun aşırı nüfus olarak görülmesine neden olmaktadır.
Sorun; aşırı atık mı? aşırı artmak mı?
Nüfus sorunu da 19. yy’dan beri bu yüzden kitlelerin başkaldırısının durdurulmasında, onların kurban edilmesinde kullanılan bir araçtır.
Suçlama doğrudan ve açıkça “fazla nüfus=işsizlik” ve “nüfus artışı=kalkınmanın yavaşlaması” şeklinde denklemleştirilmektedir.
Ancak zengin kapitalistler ve onların yerli sözcüleri bir de şu verileri değerlendirmeliler: “Zenginliklerin %80’i nüfusun %10’unun elindeyse ve nüfus %5 artıyorsa bunun anlamı açlar ve yoksullar ordusuna yenilerinin katılması anlamına gelir.”[16]
Bugün kalkınmanın yegane ölçütü atık üretmekse ve bir toplumun üretimine atık üretimi ilişkileri egemense; bırakın nüfus artışını, nüfus azalması bile çevrenin peyzajını bozar. Bu üretim politikasının sonucunda kapitalist ülkelerde yönetilmesi gereken çok fazla atık vardır. Çözümse bu atıkların sömürgeleştirilmiş ülkelere ihracıdır. Bu yardım paketleri adı altında sunulan atık ihracıyla şimdiden Afrika’nın içme sularının büyük çoğunluğu kirletilmiştir. Amerika’nın Irak’ta nükleer atıkları toprağa gömdüğü iddia edilmektedir. Uzay şimdiden nükleer atık cehennemi haline gelmiştir. Cankurtaran sandalında pislikler barındırılmamakta anlaşılan…
Son otuz yılda Amerika’da nüfus %38 artarken atık üretimi %100 artmıştır. Dünya nüfusunun %22’si dünyanın enerjisinin %70’ini; metallerin %75’ini; ağaçların %85’ini ve besinlerinin %60’ını tüketmektedir.[17]
“Dünyadaki zengin ülkeler, yoksul ülkelerdeki insanlara oranla 40 kat fazla tüketmektedir. O halde insanların ne kadar tüketeceklerini bilmedikçe yeryüzünün kaç insanı taşıyabileceğini tartışmaya başlamak egemen yalanın yutturmacası değil midir?”
“Kuzeydeki, ortalama büyüklükteki bir ailenin bu tüketime göre 80 çocuğu vardır ve bu tüketim 32 milyar yoksulun tüketimine eşdeğerdedir.”[18]
Peki şimdi bu “kıt kaynaklara” kim baskı yapıyor söyler misiniz? Çevre sorununun sebebi ve sorumlusu kapitalist üretim değil midir?
Amerika dünya nüfusunun %2’sine sahip olmasına karşın dünya petrolünün %25’ini tüketmektedir. 1984’te 200 milyon Amerikalı tek başlarına 20 milyar insanınkine eşdeğer enerji kaynağı tüketmişlerdi.[19] Bu, uygarlığın göstergesi haline gelirken çok enerji tüketmek bizim gibi ülkelerin de referansı değil midir?
Irvin’e göre “son 50 yılda ABD insan ırkının geri kalan bölümünün bütün tarih boyunca tükettiğinden daha fazla enerji tüketmiştir.” Ki bu enerjinin Amerikan silah ve savunma sanayisinde tüketildiğini ve Amerikan halkının 1/3’ünün yoksulluk sınırında yaşadığını hesaba katınca bu enerjiyi çok küçük bir azınlık tüketmektedir.Yoksa hala bu nüfus artışının neden olarak kullanılmasını anlatamadık mı?
Bu “kurbanı suçlama ideolojisinin bir parçasıdır.”[20] İşte ‘kimler fazla?’ sorusuna verilen yanıt umuda yolculuğa çıkan dış yardıma muhtaç yoksullardır. Aynı zamanda bu ‘kıt kaynaklara baskı yapan aşırı nüfus’ içimizdeki düşmandır. Şöyle etrafınıza bakın; gecekondu mahallelerine birikmiş, kenti yağmalayan ‘asalaklar’ cankurtaran sandalından atılması gerekenlerdir. Zengin sandalında yaşayanlar elbette kendi ülkelerinin refah ve mutluluğunu savunacaklar. Elbette Türkiye’de de zengin sandalının savunucuları kentleri “asalak” konduculardan korumak için ülke içi vize önerisini bile getirmişlerdir. Bunlara göre “gelişmiş il ve bölgeler Türkiye’nin Amerikası, Avrupası; göç veren il ve bölgeler Bangladeşi, Meksikası, Filipini olarak görür“[21]. Oysa aynı zamanda Türkiye’nin enerjisinin büyük bir çoğunluğunu üreten bu bölgelerin insanı, ülkede sandaldan atılacaklar listesinde ilk sırayı alır.
Bu, taşıma kapasitesi sınırları belli olmayan “ekosistem” kavramına göre örüldüğünden aslında dünyada tek bir kişi bile olduğunda bu dünyanın aşırı nüfuslanmış olacağı anlamına gelir. Bir de ikinci bir kişinin varlığını düşünsenize! Dünyada tarımsal devrimden sonra besinlerin insanlara yetmeyeceğini ancak bu aklı evveller söyler. Yani açlığın müzmin sorumluları. Besin maddeleri herkesin ihtiyacına göre paylaşılmıyorsa bu besin krizi olduğunu mu gösterir? Üstelik Amerika’da kriz yıllarında piyasada buğday fiyatları düşmesin diye, tonlarca buğday denize dökülürken.
Hindistan’ın Kerela bölgesinde serbest seçimle iktidara gelen Komünistler, toprak reformu politikasına bağlı olarak sendikalaşma, asgari ücretin güvenceye alınması çalışmalarıyla yürüttükleri doğum kontrol programında başarıya ulaştılar. Doğum oranı 10 yılda yarıya indi. Kerela’da çocukların Hindistan’ın diğer bölgelerindeki çocuklara oranla yaşama şansı 4 kat fazladır.[22]
Aşırı nüfus sorununa getirilen çözüm önerileri arasında yer alan “Üçüncü Dünyadaki en istenmedik gebelikler önlenebilirse azgelişmiş dünyadaki nüfus artışı % 40 azalır” politikası ırkçı ve sınıfsal bir bakış açısından kaynaklanır.
Yoksul cahil güneyliler, zengin zeki kuzeylileri yutmadan onlar kontrol altına alınmalıdır. İçimizdeki cankurtaran sandalında da ‘gecekondulu asalaklar’ eğitilmeli, kontrol altına alınmalıdır.
Yoksullukla yüksek doğum arasında kurulacak ilişkide, yoksulluk terimine yüklenen anlam; her türlü eşitsizliği kapsamaktadır. Ekonomik, kültürel, sosyal eşitsizliklerden en çok kadınlar ve çocuklar zarar görmektedir. Bu eşitsizlikler ve nüfus kontrol politikaları, kadınların kendi doğurganlıklarını denetleme hakkını ellerinden almaktadır. Aile içi egemen baskıyla “Allah’a asker” yetiştirilmesi için kadınlardan sürekli erkek çocuk isteyen zihniyet ile kadınların doğurganlıklarını çerez gibi dağıtılan doğum kontrol haplarıyla denetlemeye çalışan egemen devlet zihniyeti örtüşmektedir. “Hindistan’da 1978-83 tarihleri arasında 78 bin kız ceninin düşürüldüğü hesaplanmış. Nüfus kontrol tekniklerinde kadınların psikolojik ve fiziksel sağlığıyla çok az ilgilenilir. Kuzeyde kadınlar için çok tehlikeli sayılan “Depoprovena” adlı gebeliği önleyici ilaçlar güneyli kadınlarca yaygın olarak kullanılmaktadır.[23]
Mine Kışlalıoğlu – Fikret Berkes kitaplarına aldıkları Çin’in nüfus politikası uygulamasında satır arasında geçiştirdikleri; bazen kadınlar ‘zora koşulsa da’ dedikleri şey Çin’in siyasal politikasının uzantısıdır. Tibet’te üçüncü çocuk öldürülmeye mahkumdur.
Yoksul ülkelerde çocuklar aileler için bir gelir kaynağıdır, yani çocuklar evlendirilerek ya da çalıştırılarak satılır ve ev ekonomisine katkı sağlarlar. “Eğer hane ilişkilerinde kadın, ekonomik güçten tümüyle yoksun bırakılmışsa tek seçeneği sosyal statü ve ekonomik güvence kazanmak için çocuk beslemek ve çocuğa bağlanmaktır.” İşte bu yüzden nüfus kontrolünü temel alan politikalar yardım politikalarıyla yoksulluğun üzerini örtemezler. “Etiyopya’da veya Malezya’da kadınları pek çok kez gebe bıraktıran şey müzmin cehaletleri değil her ay ulaşmaları gereken kliniğe yürüyerek 4 saatte varmalarıdır.”[24]
Birleşmiş Milletler Nüfus ve Kalkınma Konferansının (1994) söylediği sürdürülebilir kalkınmayı, yoksulları sürekli yoksul kılacak kapitalist üretimle sürdürmek mümkün değildir. Gündem 21’de dillendirilenin aksine, kentlerde gerekli hizmetlerin verilememesinin sorumlusu da kentlerdeki nüfus yoğunluğu değildir.
“Her yıl 1,3 milyar insanın 1 doların altında ücretle yaşamak zorunda olduğu; dünya nüfusunun %60’ının günde 2 dolardan az gelirle yaşadığı; 5 milyonu kuzeyde olmak üzere 100 milyon evsizin olduğu; 35 milyonu kuzeyde olmak üzere 120 milyon insanın işsiz olduğu; güney ülkelerinde kişi başına düşen kullanma suyu miktarının %33 azaldığı; dünyada her gün açlık nedeniyle 40 bin kişinin öldüğü”[25] dünyanın sorumlusu kim?
Düşük ücretlerin ve yoksulluğun açıklaması; geçim araçlarıyla ilgili aşırı nüfus değil, istihdamla ilgili aşırı nüfustadır. Marx, ‘aşırı nüfus’ sorununu Kapital’de nispi artı-nüfus üretimi olarak çözümlemişti: “İngiltere’de el dokumacılığı ile makine dokumacılığı arasındaki rekabet, sanayide makine dokumacılığının yoğunlaşması ulusal zenginliğin, üretimin ve sermaye birikiminin artmasına yol açtığı gibi aynı zamanda el dokumacıları ücret indirimine ve kilise yardımına boyun eğerek yoksullaştılar. Yani ülkeyi zenginleştiren aynı neden aynı zamanda çalışanların durumunu kötüleştirebilir. Makinelerdeki daimi gelişmenin amacı ve eğilimi aslında insan emeğinden büsbütün kurtulmak veya vasıflı işçinin emeğinin yerine vasıfsız işçinin emeğini koymaktır. (…)Öte yandan makineyle üretilen malların ucuzluğu ile birlikte ulaştırma ve iletişim araçlarındaki gelişmeler dış pazarların ele geçirilmeleri için silah olarak kullanılır. Başka ülkelerdeki el zanaatlarını ortadan kaldırarak buraları zorla hammadde ve ikmal alanı haline getirir.[26]
Egemenlerce aşırı nüfus denilen şey aslında kapitalist üretimin zorunlu sonucu ve dinamosudur. Bugün ülkede Malthusgil “aşırı nüfusu besleyemiyoruz” politikasının arkasındaki gerçekler de bunlar değil midir?
Son 50 yılda ve özellikle son IMF politikalarıyla Türkiye tarif ettiğimiz şekilde ucuz hammadde üreten bir sömürge haline gelmiş; uluslararası piyasalarda rekabet edememiş; IMF politikalarının uygulandığı Brezilya’da olduğu gibi “Geçim ekonomisinden ihraç ekonomisine kayma pek çok insan için ne daha iyi bir beslenmeye, ne de daha fazla zamana yol açmıştır. Yalnızca zenginler daha fazla zenginleşirken, yoksullar daha da fazla yoksullaşmıştır.”[27] Üreticiler; tütünden pamuğa, buğdaydan şeker pancarına kadar bir dolu tarımsal üründe ürettiklerini satamaz duruma düşürülmektedirler. Geçim araçları elinden alınmış bu ‘nispi aşırı nüfus’, kimi zaman açlık sınırında çalıştırılan, kimi zaman da piyasanın istihdamı teşvik edip etmeme ölçüsüne göre aç bırakılan ve bizim Malthuscularımızın yoksulluğun faili saydıkları kitleler; yoksulluğun yaratıcısı kapitalist üretimin mağdurlarıdır.
Emekçi sınıflardan beklenen özveri için Malthus şöyle demişti: “Emekçi sınıfların, pahalılık dönemlerinde gösterdikleri ve ücretlerin düşmesine yol açan olağanüstü çabaları nedeniyle; bu kişilerin erdemli kişiler olduğu ve sermayenin büyümesine hizmet ettikleri açıkça söylenmelidir.”[28]
Ona göre işgünü süreleri hızla arttırılmalıdır. İşgücünün sınırsız uzatılması ve makinelerdeki olağanüstü gelişmeler ve kadınlarla çocukların ucuz emeklerinin sömürülmesinin kaçınılmaz sonucu; işçi sınıfının büyük bir çoğunluğunun fazlalık haline gelmesidir. Bu aşırı nüfus da doğanın yasası değil, kapitalist üretim düzeninin yasalarıdır.
Savaş ekonomisine dayanan kapitalist ekonominin durgunluk dönemlerinde savaş çıkartarak piyasayı canlandırdığı bilinir. Böylece kapitalist ekonomi kendi krizini aşacak sermaye birikimi yaratır. “Savaş sırasında sermaye artışının başlıca nedeni her toplumda sayıları en fazla olan emekçi sınıfların daha fazla çaba harcamalarıdır ve belki de bu yüzden işsiz kalma korkusuyla daha az ücrete daha çok çalışarak kendilerini bir sefalete sürüklemekteydiler.”[29] Oysa işgünü uzunluğu insanların ihtiyaçlarını karşılayacakları bir uzunlukta olursa toplumda işsizlik diye bir sorun kalmaz. “Eğer yarın sabah çalışma usa uygun sınırlara indirilirse ve bu yaş ile cinsiyete göre işçi sınıfının çeşitli kesimlerine göre orantılı olarak dağıtılırsa mevcut işçi nüfusu ulusal üretimi bugünkü ölçüde yürütmeye kesinlikle yetmezdi. Şimdi üretken olmayan büyük emekçi çoğunluğun üretken hale getirilmesi zorunlu olurdu”[30] Böylece herkes ortak üretici haline gelmeye başlar. Kimse kimsenin emeği üzerinden yaşamaz. Kimse de yaşamak için kendini fazlalık sayılanlardan kurtarmaya çalışmaz. Toplumsal üretim; besinler, enerji… insanların ihtiyacı kadar ve insanların yeteneklerine göre paylaştırılır ve ancak ortak üreticiler yaşam standartlarını yükseltmek istediklerinde yani toplumsallaşmış artığı fazlalaştırma ihtiyacı duyduklarında işgünü süresini uzatırlar. Böylesine bir yaşam düzeyine sıçranabilmesi, yani işsizliğin ve yoksulluğun olmadığı bir üretim düzeyi, her şeyden önce işsizliğin ve yoksulluğun yapısal olduğu artı değer üretimine dayanan kapitalist üretim biçiminin aşılmasıyla gerçekleşir.
Bugün devleti seve seve küçültme kampanyaları, özelleştirme politikaları, coğrafyamızdaki savaş, tekelci kapitalizmin neo liberal politikalarının uçlarıdır. Milyona yakın emekçinin köle düzeyinde çalıştırılması, kapitalizmin sermaye birikimi yoluyla krizini aşma arayışlarıdır. Bu arada ülkede yoksulluk, açlık olursa; sokaklarda insanlar soğuktan donarsa sorumlu, aşırı nüfusumuzdur. Bir an önce hadım edilmesi gereken acaba gözü dönmüş kapitalist sömürü düzeni midir, yoksa kapitalizmin mağdurları mıdır?
Emekçi sınıfların elinden alınan geçim araçları, emekçi sınıflarda bir özgüven bunalımı, gelecek kaygısı, aç kalma korkusu yaratmaktadır. Sefalet koşullarında yaşamaya zorlanan emekçi sınıfların bulundukları zor koşullar egemenlerce kötüye kullanılmaktadır. Emekçi sınıflar ideolojik, politik, kültürel anlamda manipüle edilmektedir. Örgütsüz bıraktırılarak sefaletin sürekliliği sağlam kazığa bağlanmaktadır. Aynı zamanda onlara ‘aşırı nüfus’, ‘fazlalık’ muamelesi yapılarak sürekli ne kadar da işe yaramaz oldukları hatırlatılmaktadır. Onlar televizyonlarının başından geleceklerini seyreden kapitalizmin ‘yedek işgücü ordusu’ dur. Sandaldan atılma korkusuyla pusturulmakta, pusuda beklersen iş bulursun vaadiyle onuru çalınmakta olan emekçilere, bu ‘artık nüfusa’ fırtınanın dinmesi için pencereleri ve kapıları sıkı sıkıya kapatmaları gerektiği tembih edilmektedir. Çünkü ülkenin kalkınması yakındır. Yeniden bacalar tütmeye başlayacak, çarklar dönecektir. Bu arada siz de üzerinize düşeni yapın; ‘aşırı nüfusunuzu kontrol edin’. Oysa “emeğe dayanan talep, toplam sermayenin büyüklüğü nispetinde ve büyüklüğün artması ölçüsünde artan bir hızla düşer. Kapitalist birikim arttıkça bununla orantılı olarak yoğun bir nisbi aşırı nüfus sorunu ortaya çıkar”[31]. Yani sermayenin kalkınması demek, yoksulluğun ortadan kalkması demek değildir; yoksulluk böylece yeniden üretilir. “Emekçi nüfus, kendi yarattığı sermaye birikimi ile birlikte kendisini nisbi ölçüde fazlalık haline getiren –nispi artı nüfus – araçları üretmiş olur.”[32] “Büyük sanayiinin bütün hareket şekli emekçilerin bir kısmını sürekli olarak işsiz ya da yarı işsiz insanlar haline getirmeye dayanır.”[33]
Bu işsizlik, kapitalist birikim için zorunludur. Böylece işçi sınıfının bir kesiminin aşırı çalışmasıyla diğer kesim zorunlu bir işsizliğe mahkum olur. Hem de bu çalışma kapitalistleri daha da zenginleştirirken, işsizliği de kronikleştirir. Kendi koşullarını yeniden üreten sürecin tümü bu yoksulluğun yaratıcısıdır. Kapitalist üretime teğet bakış açıları, çorbada tuzumuz olsun yaklaşımlarıyla yoksulluğu ortadan kaldıramazlar -ki böyle de bir saf tuttukları söylenemez-. Artık onların “kalkınırsak sorun çözülür; nüfus artışı yavaşlar; yoksulluk ortadan kalkar” tezini de çürütmüşken, Avrupa’da kronikleşen işsizliğe de bir örnek verelim: “En zengin 7 ülkedeki işsizlerin sayısı 25 milyon, OECD üyesi sanayileşmiş ülkelerde ise 35 milyon, Almanya’da işsizlik oranı %12, İngiltere’de %7.9, Fransa’da %11.8”[34]
Son söz:
Nufüs tartışması geçtiğimiz aylarda Tayyip Erdoğan’ın yoksulluğun başkenti Sultanbeyli’de kadınlara hitaben söylediği “Allah ne verdiyse çoğalalım, çoğalalım da zenginleşelim, nüfus planlaması vatana ihanettir. “sözleriyle alevlendi. Nüfus planlamacıları ve nüfus planlaması karşıtı söylemlerin rakamlarla çarpıştığı tartışmanın tarafları özünde nüfus tartışmasının “belirli” bir üretim tarzının kendine özgü nüfus yasaları ekseninde tartışılması gerektiğini ortaya koyamadı. Bundan dolayı da tartışma, ne işsizliği, yoksulluğu açıklayabildi; ne de nüfus ile çevre sorunları, kentleşme, kadınların doğurganlıklarında söz sahibi olma hakkı konusunda önaçıcı olabildi. Yukarıda açımladığımız gibi yapılmadığı sürece de nüfus sorunu “eğitimsizlik, cahillik, köylülük” aşağılamalarıyla üzeri örtülecek ya da nüfus planlaması denilen kategoriye mahkum olacaktır. Kapitalist birikim sürecinin zorunlu sonuçları olan yoksulluk ve yedek işgücü ordusu ekseninde yürütülmeyen bir tartışmanın kendisi de, ücretlerin aşağı çekilmesinde önemli bir kategori olarak varlığını devam ettirecektir. Yani ücretlerin düzeyi ve ailelerin büyüklüğü arasında zorunlu bir ilişki yoktur.
“Bir toplumda üretim sürecinin şekli ne olursa olsun bu sürecin devamlı olması, devresel olarak aynı evrelerden geçerek sürüp gitmesi gerekir. Bir toplum tüketmekten nasıl vazgeçemezse üretmekten de öyle vazgeçemez. Bunun için birbiriyle ilişkili bir bütün, devamlı yenilenmelerle akıp giden bir olay olarak görüldüğünde, her toplumsal üretim süreci, aynı zamanda bir yeniden üretim sürecidir.“[35] Herhangi bir üretim tarzının tarihin bir çağını karakterize edebilmesi için varlığını sürdürebilmesi gerektiğinden üretimin gerçekleşebilmesine olanak veren koşulların, bunların yeniden üretimine de olanak sağlaması gerekir. Bu nedenle emekçiler durup dinlenmeden sermaye biçiminde kendine egemen olan ve onu sömüren yabancı bir güç biçiminde maddi nesnel zenginlik yaratır.
Kapitalist üretim yeniden üretimi sağlayabilmek için ‘işsizliğin yüksek olduğu dönemlerde’ siyasal araçları kullanmaktan geri kalmaz. Örneğin ‘çoğalalım ve zenginleşelim’ diyen ufuklar zenginliği ‘hayatı satın almaya’ indirgeyerek kapitalist yeniden üretimin ‘cennete giden’ taşlarını döşemektedirler. Sorun, kapitalist üretim biçimi değilmiş de; siyasal iktidarın kötü yönetimiymiş gibi politika üretilir. Siyasal iktidar değişirse verili üretim biçimiyle yoksulluğa çözüm bulunabileceği inancı yaratılır.
Bu da, kapitalist üretimin zorunlu sonuçlarının üzerini örter. Sistemin kendini yeniden üretmesine olanak tanır. Böylece sisteme olan güven, ideolojik-politik aygıtlarla, tazelenir. Özünde, “Allah rızkını verir çoğalalın politikası sistem açısından rasyonel olmasa da, sisteme kendini üretecek zaman ve alan yaratır.
Oysa ki emek sürecinde emeğini üretken bir etkinlikle doğayı dönüştürerek yeniden üreten insan, bu ürettiklerine kullanım değerinden başka bir değerin yüklenilmediği bir üretim tarzında nüfus sorununu çözecektir.
Bunun da yolu emekçilerin üretim ve yeniden üretim araçlarının sahibi olmasıdır. Ki ancak böylesine bir toplumda yoksulluk sorunu aşılmış olur. Türkiye’de ekolojistler bu konuda saflarını netleştirmiştir. İnsanın yeniden üretimi tarihsel ve toplumsal olarak kavranmıştır. İnsanın bir tür olarak yaşadığı çevreyle sürdürülebilir bir ilişki kurabilmesi için her şeyden önce insanın ürettiklerini artık değer olarak el koyan kapitalist üretim tarzının aşılması zorunludur. Bugün ekolojistlerin önündeki en büyük sorun yoksullar değil, yoksulluğu yaratan üretim biçimi ve onu yeniden üreten ideolojik, siyasal, kültürel formlardır.
Not: Bu yazı 2001 yılında İKSİR Dergisinde yayınlanmıştır.
1. Doğal Teoloji: Doğanın tasarımının tanrının yaratımının işi olduğunu savunan; doğanın, tanrının taslağına dayanan değişmez bir varlığın imgesi olduğunu vurgulayan papazların 17. ve 18. yy’daki felsefe.
2. John Bellamy Foster, Marx’ın Ekolojisi, Materyalizm ve Doğa, Çev: Ercüment Özkaya, Epos yay. 2001.
3. a.g.e.
4. a.g.e.
5. Mary Mellor, Sınırları Yıkmak Feminist Yeşil Bir Sosyalizme Doğru, Çev: Osman Akhınay, Ayrıntı yay, Nisan 93
6. Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı .
7. Hasan Ünder, Çevre Felsefesi, Doruk yay. 1996
8. a.g.e.
9. a.g.e.
10. a.g.e.
11. TÇV Yayınları 1996, 13-14 Kasım “Nüfus Çevre ve Kalkınma Konferansı”
12. Hasan Ünder, Çevre Felsefesi, Doruk yay. 1996
13. Necmettin Çepel, Doğa Çevre Ekoloji, Altın Kitapları 1992
14. Ruşen Keleş-Can Hamamcı, Çevre Bilim, İmge yay.
15. Mine Kışlalıoğlu-Fikret Berkes, Çevre ve Ekoloji, Remzi yay.
16. İrfan Erdoğan-Nazmiye Ejder, Çevre Sorunları Nedenler Çözümler (egemen ve marksist anlayışın ilettikleri üzerine) Doruk yay 1997
17. a.g.e.
18. Mary Mellor, Sınırları Yıkmak Feminist Yeşil Bir Sosyalizme Doğru, Çev: Osman Akhınay, Ayrıntı yay, Nisan 93
19. a.g.e.
20. İrfan Erdoğan-Nazmiye Ejder, Çevre Sorunları Nedenler Çözümler (egemen ve marksist anlayışın ilettikleri üzerine) Doruk yay 1997
21. Hasan Ünder, Çevre Felsefesi, Doruk yay 1996
22. Mary Mellor, Sınırları Yıkmak Feminist Yeşil Bir Sosyalizme Doğru, Çev: Osman Akhınay, Ayrıntı yay, Nisan 93
23. a.g.e.
24. a,g.e.
25. Göksel Demirer… vd, YDD Kıskacında Çevre ve Kent, Ütopya yay. 1999
26. Karl Marx, Kapital cilt 1, Sol yay, Çev: Alaaddin Bilgi, 6. baskı
27. Conrad Phillip Kottak, Antropoloji, Çev: Sibel Özbudun, Ütopya yay.
28.Karl Marx, Kapital cilt 1, Sol yay, Çev: Alaaddin Bilgi, 6. baskı sayfa 548’deki dipnot
29. a.g.e. sayfa 540’taki 17. ve 18. dipnotlar
30. a.g.e.
31. a.g.e.
32. a.g.e.
33. a.g.e.
34. Göksel Demirer… vd, Neoliberal Saldırı Kriz ve İnsanlık, Ütopya 1999
35. Karl Marx, Kapital cilt 1, Sol yay, Çev: Alaaddin Bilgi, 6. baskı