Yeni Anayasacılık, Gaipten Sesler veya Devrimci Bir Kuruluş için Daha Fazla Humor
Fevzi Özlüer
Anayasa tartışmalarının yeniden gündeme gelmesi pek çok toplumsal muhalefet odağında bir dizi tartışmanın alevlenmesine zemin hazırladı. Bu tartışmaların sonucunu en baştan kestirip atmak mümkündür. Egemen sınıflar, toplumsal ve sınıfsal konumu gereği kendi özçıkarını yeniden hukuk normu haline getirecektir, diyebiliriz. Böylesine bir kestirimde bulunmak elbette haklı, meşru ve yerinde bir tespit olarak görünebilir. Ancak, bir de yürüyen toplumsal ve siyasal tartışma zemini var. Bu zeminin içine girmeden bugün yürütülen anayasa tartışmalarının anlamlarını açığa çıkartmak gerekiyor. Çünkü ekoloji, kadın, lbgtt, kürt hareketi gibi pek çok toplumsal dinamik açısından bu tartışmalar bir süredir yoğun bir biçimde yürüyor. Kürt hareketinin özgül taleplerini ve anayasal vatandaşlıkla ilgili ısrarlı vurgusuyla diğer hareketlerin taleplerini kategorik olarak aynı küme içine koymadan, bu zeminde yürüyen tartışmalar üzerine düşünmek gerekiyor. Bu tartışmalar içinde özellikle ekoloji ve kadın mücadelesi alanında toplumsal hareketçilikle malul talep eksenli siyasal dilin yarattığı ideolojik hegemonyanın tam da bu hareketlerin karşısına almaya çalıştığı siyasal tarzın yeniden nasıl üretildiğinin anlaşılması açısından bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor.
Beğenelim veya beğenmeyelim özellikle ekoloji mücadelesi alanında bir dolu örgüt ekolojik yıkımın önünü bir anayasa değişikliği ile kesecek, sihirli bir değnek sunan anayasal tekliflere sıcak bakıyor. Bir yandan mücadelenin antikapitalist veçhelerini kabul eden yapılar diğer yanda tüm yıkım politikalarını bıçak gibi kesip atacak bir anayasa değişikliği sürecine gözlerini dikenler. Her şey bu kadar basit görünmeyebilir. Ama sonuçları itibariyle anayasa değişikliği havucu peşinde koşanların topladığı taleplerin peşine takılanlar, ideolojik olarak sivil toplum-devlet çelişkisi ekseninde örülen neoliberal siyasal dili yeniden üretiyorlar. Bu ideolojik yeniden üretim sürecini imlemeden, burayı tarumar edecek bir pratik örgütlemeden tek başına “istemüzük” demek, anayasacılık hattına karşı yürüyecek bir kurucu toplumsal projenin olanakları üzerine çok da kafa yormamayı da zorunlu kılıyor. Oysa ki kurucu bir hukuk yaratmak, toplumsal açıdan ezilen sınıfların yeni bir yaşam pratiği için ürettiği devrimci süreçlerin, bir yazılı norma dönüşmesi için mücadele, aynı zamanda bu tarz ideolojik müdahaleleri de zorunlu kılıyor.
Sivil Toplumculuktan Anayasacılığa Giden Yol
Son yıllarda etkisini giderek arttıran yürütmenin egemenliği altında siyasal dizayn projesi özellikle ekoloji mücadelesi alanında kendini gösteriyor. Anayasa’da tanımlı olan yaşama ve çevre hakkına dayalı olarak yıllarca çevre ve ekoloji mücadelesinde pek çok yargı kararı ile bu mücadeleler kısmi başarılar elde edebilmenin olanaklarını zorladılar. Hak arama mücadelesinde Bergama altın madenciliği karşıtı hareketi besleyen önemli politik damarlardan biri de açılan davalar yoluyla, idarenin karar alma süreçlerinin sorgulanması oldu. Bu davalar, halkın karar alma süreçlerinde yargısal yolla katılım olanağı sağladı. Burjuva hukuku sınırları içinde, karar alma süreçlerine katılamayan yığınlar, yargısal denetim yoluyla alınan kararları yargıya denetlettirerek bu karar alma süreçleri içinde etkin olmaya çalıştı. Bu yargısal denetim yoluyla karar alma süreçlerine katılma iradesi göreli başarılar da sağladı. Kentsel muhalefet odakları açısından Güvenpark, Kızılay Rant Merkezi, Koç Üniversitesi Arazisi, Başkent Hastanesi örneklerinde yargı bu alanların kentsel rant konusu yapılması konusunda yargısal denetim yaptı. Diğer yandan Bergama davası, Yatağan Termik Santrali, Mamak Çöplüğü gibi alanlarda da yaşama ve çevre hakkında dayalı olarak açılan davalarda mahkemeler yargısal süreçlere katılımla ilgili ve toplum yararına önemli kararlar verdi. Ancak bu haklara dayalı olarak açılan davalardan elde edilen yargı kararlarının uygulanması sorunu bu mücadele alanının doksanlı yıllardan sonraki en önemli baş ağrısı olageldi. Anayasal haklarını kullanan geniş kitleler gerek mülkiyet hakkı gibi burjuva hukukunu var eden haklara dayanırken de gerekse de yaşama hakkı gibi hem toplumun hem de en genel olarak insanın maddi olarak var olduğu yaşam koşullarının korunması gerekliliğini savunan bir maddenin uygulanması konusunda hukuk sistemi sermayenin zorunluluklarına yenik düştü. Bu anlamda sermayenin doksanlı yıllarda aldığı görünüm açısından verili hukuk sistemi içinde, toplumu ve doğayı koruyan anayasal kuralların uygulama zemini ortadan kalkmaya yüz tuttu. Bu hukuk kurallarının geniş anlamda yorumlanması ile elde edilen yargı kararlarının uygulanmaması verili iktidarların, “ülkenin ihtiyaçları, ekonomik zorunluluklar, durumun gerekleri..” gibi soyut gerekçeleri ile sağlandı. Ancak yargı kararlarını ya da daha açıkça söyleyecek olursak hukuki güvenlik duygusunun yok olmasını, temel hakların tesisinin olanaksızlaşmasını aynı zamanda sermayenin kendi koyduğu kurallara uymama süreci de eş zamanlı etkiledi. Kuralarla sadece idare değil şirketler de uymadı. Bu bir yanıyla sözleşme düzeni üzerine oturtulmuş ve anayasal hakların güvencesi sayılan toplumla devlet arasındaki sözleşmenin tek taraflı olarak ilgası anlamına gelirken diğer yandan da on iki eylül rejimi ile kuralları konulmuş Anayasal düzenin sermayenin özel mülkiyet rejiminin birikim ihtiyaçları için dar geldiği gerçeğini açığa çıkarıyordu. Bu gerçek karşısında parçalı olarak Anayasa pek çok kez değişikliğe uğradı. 2007 yılından itibaren de daha köklü ve bütünlüklü bir anayasal değişikliğe ihtiyaç duyulduğu iddiası bu zeminde şekillendi. On iki eylül Anayasasının zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan bu Anayasal dönüşüm, mülkiyet rejiminin kurallar bütünün sermayenin doğayı ve emeği yeniden temellükü ilkesi etrafında biçimlendirecek kurallar bütününe ihtiyaç duyuyordu. 2010 yılında yapılan Anaya değişikliklerini ve referandum sürecini de bu izlekten okumak mümkündür. Güçlü yürütme pahasına, sosyal ve ekonomik hakları budanmış bir geniş halk yığınları kitlesinin iradesine muhtaç referandum sürecinin demokratikleşme adına kabulü de verili sivil toplum devlet arasındaki çelişki etrafında analiz yapanlar açısından aşamalı bir ilerleme olarak okundu. Seksen sonrasının pek itibar gören bu analiz yöntemine göre, sivil toplum alanının genişletilmesi ve devlet iktidarı alanının daraltılmasına yönelik sol liberal tezler, eninde sonunda temel çelişki olarak, ceberut devlet karakteristiğinin ancak sivil alanın genişletilmesi ile mümkün olacağı tezine yaslandı. Bu bağlamda da sol liberaller, neoliberallerin, “devletin küçültülmesi ancak, sivil toplumun bu dolayımla piyasanın genişlemesi ile mümkün kılınacağına” yönelik ekonomik liberalizm tezleriyle örtüşen bir hattan siyaset üretmenin erdemin tattı. Temel çelişkiyi sivil toplum ile devlet arasındaki gerilime oturtan ve bu gerilimi kapitalizme içkin bir gerilim olarak okumak yerine, azgelişmiş kapitalist ülkelerde burjuva demokratik rejiminin gelişmemesine bağlayan bu aşamacılık, eninde sonunda en ilericisinden devrimci demokratik tezlerin yeniden üretilmesine olanak sağladı. Diğer yandan ise, neoliberal dönemde devletin alanın küçültülmesi tezi, devletin çıplak bir güvenlik aygıtı olarak yeniden inşasına olanak sağladı. Devletin sadece güvenlik hizmetlerini sağlayan onun dışındaki tüm hizmetlerin –ki gerektiğinde güvenlik hizmetlerinin de- özel sektöre devrini şiar edinen neoliberal piyasacılığın politik önermesinin sonucu, çıplak devlet zorunun, güvencesiz haklar sistemi ile örülerek baskılanması ve sivil alanın bir baskı örgütü işlevi ile donatılarak şekillenmesi teziyle nihayete erdirildi. Devlet sivil toplum çelişkisinin kapitalizme özgü görünümlerinde olan üretim ile yönetim arasındaki çelişkide siyaset, tam da güvenlik devletinin merkezine oturdu. Güvenlik devleti, yönetim erkinin muktediri kılındı. Piyasa egemenliğinde Devletin küçültülmesi tezi, eninde sonunda, mutlak anlamda devlet iktidarının kutsanması ve ebedileştirilmesine yol açan bir siyasal felsefeyi de zorunlu olarak dayattı. Piyasanın devamı için devletin küçülmesi bir zorunluluk olarak dayatılırken, piyasanın- bu anlamda sivil toplumun- genişlemesi de devletin küçülerek mutlak varlığının sürekliliğine bağlandı. Bu haliyle devletin elindeki siyasal güç hiçbir zaman yönetilenlerin eline geçmeyecek, ancak piyasa dolayımıyla hakları için yarışanların bölüşümüne sunulacaktı. İktidarı kullanma ve iktidardan yararlanma hakkı bu anlamda piyasada yarışarak var olan ve piyasayı geliştiren güçlülerin bir mükâfatıydı. Bunun soncunda sivil toplumun genişlemesi tezi, devletin iktidarın güvenlik halesi ile ebedileştirilmesine yol açtı. Bu ebedileştirme sürecinde sivil alanın genişletilmesi tezinin devamı olarak da anayasal hakların güçlendirilmesi gerekliliği bir kez daha yoğun bir biçimde işlendi. Sivil alanın hukuki güvence sistemlerinin oluşturulması adına geliştirilen bu talep merkezli siyasal dil, zorunluluk olarak dayattığı piyasa modelinin tüm maddi zorunluluklarını da toplumsal alana taşıdı.
Siyasetin öznesi değil de mağduru olarak görülen “madunlar” kümesi, yaşadıkları sorunları talep haline getirerek, Anayasal arz sürecinin talep toplayıcıları, fısıltıyla, uyumla ve hiyerarşik bir harmoni ile kurbansal bir sununun ihtişamıyla, siyasetin “hakkı” adına madunların tefekküre dalmalarını bekledi. Piyasanın rekabetçi, iş bölümüne dayalı, profesyonel uzmanlaşmasını fetişleştiren siyasal dil her sorun alanının madunlarından, ön plana çıkardıkları sorunla ilgili Anayasal madde toplamaya başladı. Çevreciler çevre ile ilgili sıkıntılarını, kadınlar kadınlık hallerini, inanç grupları vicdan özgürlüklerini, cinsler toplumsal sorunlarını, engelliler ötelenmişliklerini dosyalayıp siyasetin belletenlerine sunularını hazırlasın istenmekteydi. Gelişmeler de tam da bu piyasa dilinin arz kültürüne yakışacak cinsten tezahür etmeye başladı. Kompartımanlara ayrılmış “uzmanlık” sorunları etrafında, toplumsal alanına bütünlüklü bakışını yitirmeye yüz tutmuş pek çok talep ardı arkasına yağmaya başladı. Tam da bu talepleri işleyerek uygun bir anayasa metni hazırlama görevini üstlenen uzmanların emirlerine bu maddeler sunulmaya başlandı. Madunlar birbirinin muhatabı değildi artık. Herkesi bağlayacak olan bir üst norm inşası, güvenlik devletinin uzmanlarının takdirlerindeydi. Madunların yüzü birbirine dönük olmaktan çok, siyaseti mülk edinenlerin kudretine dönüktü. Bu anlamıyla yeni anayasacılık bir tür gaiplik süreci içinde bölümlere ayrılmış sivil toplumun mağdurlarını, madunlaştırıyordu. Sınıfsal özne olma potansiyelini tam da bu gaiplik sürecinde yitiren geniş kitleler, kendi kaderleri üzerine eyleme ve onları belirleyecek hukuk üzerine toplumsal tartışma olanağını ve haliyle mücadele zeminini, içinde bulunduğu toplumsal sınıflarla müzakere dahi etmeden, egemenin tahakkümüne sunuyordu. Çevreciler çevreyle uğraşsın, kadınlar kadın sorunlarıyla, inanç sahipleri inaçlarıyla..
Ekolojinin Gaipliğinde Devletin Yeniden İnşası
Ekolojik kriz koşullarında devletin ve sermayenin doğayı emekle birlikte sömüren sürecine karşı dünyanın her yanında olduğu gibi Türkiye’de toplumsal direnişler bu yıkımı engelleyecek yollar arıyorlar. Hukuk yaratmak bu yollardan birisi. Bu yolu yaratırken de yargısal denetim ve karar alma süreçleri gibi dolambaçlı burjuva hukuk sistemi içinde adaleti tesis etmeye çalışıyor milyonlar. Ama bir türlü bu haklar sistemini güvence altına alacak güçlü bir toplumsal iktidar bloğu doğmuyor. Ekoloji alanında Anaysal girişimler tam da bu tartışmalar zemininde yükseliyor. Ama temel olarak düşülen hatalardan birisi, verili ve yazılı hak kategorilerinin yeterli olmayışı üzerinden biçimleniyor. Oysaki her yazılı kural ancak ahde vefa kuralının işlediği durumlarda geçerlidir. Oysa ki bugün yaşadığımız temel sorun, sermayenin kendi koyduğu kurallara uyacak bir hukuk sistemine direnmesidir. Kuralların kendi nam ve hesabına geçerli olmasını sermaye istememektedir. Bunu engelleyecek pratikler de ancak yerel direniş pratiklerinin güçlü birer özörgüte ve kurucu bir siyasal iradeye yönelmesi ile mümkün olacak gibi görünüyor. Bu dünyadaki ekoloji mücadelesi pratiklerinde de benzer biçimde tezahür etti. Örneğin, Toussaint’in de söylediği gibi Ekvador’daki yeni Anayasa yaratılma sürecini anlayabilmenin tek yolu, halk hareketleri mücadelesinin takip edilmesidir. Yakın tarihte sağ iktidarları kovan, IMF ve serbest ticaret anlaşmalarını reddeden halkın anayasa referandumunda büyük destek göstermesinde kurucu meclisin sürekli olarak toplumsal hareketlerle toplanması da etkin. Diğer yandan Ekvador ve Bolivya arasında kurulan ortak hareket etme hedefinin de, ALBA (Alianza Bolivariana para los Pueblos de Nuestra América- Amerika Halklarının Bolivarcı İttifakı) bileşeni olunmasının da salt dostane ilişkiler kurmaya yönelik uluslararası iyi niyet gösterisi olmanın ötesinde stratejik, bileşik bir politik birliktelik taşıdığı da aşikar. Böylesi bir siyasi konjonktürde oylanan ve eleştirilen yanları da olmasına karşın, genel olarak desteklenen Ekvador Anayasası’nın, Türkiye’nin yeni bir anayasa tartışmaları konusunda ısınma evrelerindeki muhalefeti için ve özellikle de ekolojist, çevreci ve yeşil çevre için deneyim aktarımı konusunda önemli bir kaynak olduğu açık. Bu bağlamda yeni bir Anayasa yeni bir toplumsal kuruluş sürecinin bileşeni olan emek hareketlerinin mücadelesi ile mümkün olacaktır.
Bu süreçte, sivil toplumcu tezlerin gözleri kör eden ışından kaçarken elbette dikkat edilmesi gereken en önemli husus solda durayım derken devleti fetişleştirmeye yönelik hak odaklı siyasallaşma biçimleri olacaktır. Özellikle Ekvador Anayasası ile birlikte Türkiye’de Bolivya anayasasının bu bağlamda okunması gerekir. Bolivya Anayasası’yla ilgili daha önce yaptığım bir değerlendirme de şunları söylemiştim: “Bolivya hükümeti, iktidarının kaynağı olarak, yerli kültürünün üzerinden yükselerek doğayı referans göstermek istemektedir. Şöyle ki; hükümetin, tabiat ana hakları bildirgesi adına girişeceği her eylemin kaynağı, doğanın kendisi olacaktır. Bu anlamda devlet iktidarı, doğayla dolayımlanarak kendine tarihsel bir meşruiyet zemini yaratıyor. Bu bir yanıyla, burjuvazinin sömürgeleştirmeye dayalı politikalarına karşı güçlü bir referans sağlayabilir. Ancak diğer yandan doğa ana hakları bildirgesi ile Bolivya hükümeti bir yerli kapitalizmine de evrilebilir. Bolivya hükümeti, referansını doğa anadan aldığı sürece, toplumsal örgütlülüğün temsiline de ihtiyaç duymayabilir; bu anlamda toplumun taleplerine de. Doğaanacılık referansıyla siyaset yapmanın tehlikesi de tam da budur. Birden Bolivya hükümeti, ya da doğa ana adına konuşanlar, “doğa adına” her türlü eylemin kaynağını, kendi “iktidarlarının sürekliliğinde” görebilir. Bunun sonuçlarından biri de pek ala otoriter ya da kalkınmacı rejimler olabilir. Bolivya’da iklim değişikliği mücadelesinin pratikte biricik öznesi olarak, devlet iktidarının ön plana çıkması bir yönüyle zayıf sınıf hareketinden kaynaklanıyor olabilir. Diğer yandan da yerli hareketinin emekçi sınıfların bir bileşeni olarak örgütlenmeye çalışılmasının sonuçlarını ise toplumsal mücadele pratikleri gösterecektir. Bu hareketler devlet iktidarını sönümlendirecek bir özörgütlenme yaratabilecek mi yoksa devletin yedek gücü haline mi dönüşecek, düğüm noktası buradadır. Ama diğer yanıyla, bu bildirgede mücadelenin asıl öznesinin ve ekolojik krizi tetikleyen “devlet” mekanizmasını sönümlendirecek emekçi sınıflara vurgunun cılız ve hatta konferansın bütünlüğü içinde önemsiz bırakılması da gelecek sosyalizm tahayyülü için bir tehlike olduğu not düşülmelidir. Bu açıdan tabiat ana hakları ve iklim değişikliği konferansının, iklim değişikliğinin ve krizin kaynağı olarak kapitalizmi göstermesi oldukça önemlidir.” Tam da Doğa Ana Hakları Bildirgesi ve Bolivya Anayasası ile ilgili tartışmaları yürüttüğümüz bu süreçten kısa bir süre sonra, “ekolojik anayasa girişimi” grubu bu anılan iki anayasa metninden maddeler harmanlayarak anayasacılık piyasasına bir takım önermelerle girdi. Bu maddelere tek tek değinmesek de aslında temel olarak parçacı ve sorun odaklı bir yerden Anaysa uzmanlarına yönelik madde teklifleriyle girişim gündem olmayı başardı. ekolojik anayasa tartışmasını yürüten “ekolojik anayasa girişimi” tam da yukarda vurguladığımız sorunları ve devletin yeniden üretilmesine yüzü dönük olarak Cumhuriyetin niteliklerini şu şekilde tanımlıyordu: “Türkiye Cumhuriyeti, Doğa ’nın ve onun bir parçası olan insanın haklarına dayanan, demokratik, laik, ekolojik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Yeşil ekonomistlerin bu bakışı doğaya bir lütuftu sanki. Cumhuriyetin niteliği olarak, doğanın bir parçası olan insanın haklarına dayanan diye başlıyordu ifade.. Öncelikle cumhuriyet bir devlet rejimini ifade ediyor. Devletin dayanağını doğadan alan bir tanıma biz ekolojik anayasa diyorsak bu anayasa olsa olsa derin ekolojik bir anayasa olabilirdi.
Devlet, bizatihi hem doğaya hem toplumsala yabancılaşmış bir yönetim organıdır ve belli bir tarihsel döneme özgüdür, eğer ki siz bu yönetim aygıtının kökenini ve dayanağını doğada ararsanız, eninde sonunda devleti mutlaklaştırır ve ebedileştirirsiniz. Devlet kendi varlığının devamı için illa ki doğanın korunması zorunluluğuna da bu tanımla yaslanmaz. Olsa olsa Bolivya Anayasasındaki tehlikede olduğu gibi devleti yönetenler, doğa adına eylem yapabilme kudretiyle donatılmış olur. Fiktif bir doğa algısı, tarihselleşmemiş bir doğa ve devleti dengeleyecek iktidardan arınmış ve ebedileşmiş bir devletin yıkıcılığını hiçbir hak sistemi de koruyamaz. Bu anlamıyla devletin varlığını doğallaştırmak en korkunç siyasal rejimlerin doğmasına ya da hadi derin ekolojinin terminolojisiyle söyleyelim, insan odaklı bir siyasal rejimin batağına saplanır. Devleti doğallaştırmak eninde sonunda toplumsal yaşamın devletsiz olamayacağı kabulünü de gerektirir, bu fikriyatın sonucu elbetteki doğanın haklarına dayanan bir devlet bu haklara yaslanarak yaptığı pek çok eylemi de meşrulaştırabilir, doğanın haklarından beslenen devlet, bu hakların varlığı için her daim kendi varlığını da koruyacaktır. Bu yaklaşım, “ekolojik anayasa girişiminin” doğanın hakları başlıklı tanımlamasında da devam ediyor, doğanın hakları kapsamında, su, hava toprak doğal varlık olarak görülmüş ve bunların mülkiyet konusu yapılamayacağı belirtmiş ama alt cümlede de bu varlıkların kamusal kullanımı ekolojik dengeleri gözetecekmiş. Şimdi tanımlarla ilgili sorunlar burada da devam ediyor. Mülkiyet hakkının Roma’dan bu yana üç hakkı kapsadığı bilinir: kullanma, yararlanma ve ortadan kaldırma hakkı. Ekolojik Anayasa Girişimi, mülkiyet hakkı derken sanırım bu varlıkların özel mülkiyete konu olamayacağını söylüyor. Eğer tüm mülkiyet haklarından ari ise bu varlıklar nasıl bu varlıkları kullanacaksınız ya da kullanımından bahsediyorsunuz. Bu tanımları tamamen burjuva hukuku sınırları içinde soruyorum. Yok eğer bu tanımda şu ifade edilmiş olsaydı, doğa varlıkları ( Girişim’in ‘doğal varlıklar’ dediğinden farklı olarak) mülkiyete konu edilemez. Doğanın tüm varlıkları karşılıklı bilgi, deneyim paylaşımı ve evrimsel becerileri ile dayanışma içinde yaşarlar. Bu varlıklar birbirlerinin yaşamlarını sürdürmelerini engel olacak üretim, bölüşüm ve yönetim ilişkilerine giremezler. Bu şekilde hem liberal hak teorilerinin tuzağına düşülmezdi hem de doğayı doğal varlık haline getiren, hem de devleti bunun köküne kazıyan anlayıştan kaçma olanağı olurdu ama olmamış, bu ekolojik anayasa girişimi olsa olsa sağcı bir siyaset felsefesi terminolojisi ile sol bir tutum almaya çalışması itibariyle de sivil toplumcu tezlerin klasik argümanlarını tekrarlamaktan öteye gidememiş.
Ama asıl soruna gelecek olursak ekolojik krize ilişkin temel çelişkiyi insanlarla doğa arasında bir çelişki olarak sunması itibariyle de mevcut liberal sivil toplum tezlerini yeniden üretiyor. Oysa ki tüm radikal ekoloji hareketleri ve felsefesi, doğa üzerindeki tahakküm ve sömürünün nedeni olarak sermaye sınıfının insan ve doğa üzerindeki sömürüsü ve tahakkümü olduğunu bilir. Tarihsiz bir insan tanımlaması üzeriden, ebedi kötü insandan kurtulmak için, ebedi bir devlet yaratan ekolojik anayasa girişimi trajik bir biçimde de bu devletin haklar kategorisini yine belli bir canlı türü olan insanların koruyuculuğuna bırakıyor. Dolambaçlı yeni bir sözleşmecilik ve çelişkilerle dolu bir sivil toplumculuk, eninde sonunda pek çok toplumsal mücadele deneyiminin somut taleplerini toplayarak Anayasa’nın haklar sistematiği içinde bir yer edinmeye çalışıyor. Hukuk yaratma mücadelesinin birer bileşeni olan yerel direnişlerin ya da ekoloji mücadelesinin yüzünü döndüğü bir derin ekolojik tezler, eninde sonunda sermayenin acımasız yıkıcılığını engelleyecek bir reçete de sunmuyor. Peki o halde bu kadar çaba, devletin alanını daraltmaya yönelik girişim, sivil hakların gelişimi için bir olanak mı yoksa bir tehdit mi? Eğer ki sivil haklarla bahsedilen yukarda vurgulandığı gibi, rekabet eden piyasada yeşil ekonominin güllerini paylaşmaksa bu başarılı bir girişim olarak okunabilir. Yok eğer mevcut anayasal deneyimler ışığında, bir hukuk yaratma ve özörgütler üzerinden yükselecek bir siyasal açılım projesi ise bu proje olsa olsa devleti fetişleştiren sağcı bir projedir.
Sonuç: Özyönetime Dayalı Bir Ekososyalizm
Sermayenin 21. yüzyılda karakterize oluşu ve bununla birlikte devletin birikim sürecindeki işlevi göz önünde bulundurulduğunda devletin alanının sınırlandırılmasına dair bir stratejinin özgürlükler alanını genişletmeyeceği temel tezi bu yazıda ayrıntılı bir biçimde anlatılmaya çalışıldı. Bununla birlikte özgürlükler alemi olarak ilan edilen piyasa ve ya sivil toplum alanının genişletilmesinin dolaysız bir biçimde devletin, toplumsal alan üzerindeki siyasal ve ideolojik belirleme gücünü de azaltmayacağı iddia edildi. Sivil toplum alanının genişletilmesine dayalı stratejin eninde sonunda, özel mülkiyete dayalı bir siyasal toplumsal sistem ön gerektirdiği de temel kabulümüz olarak yazı boyunca işlendi. Buradan hareketle, devlet ile toplum-doğa arasında yarılmayı yeniden üretmesi açısından sivil toplumcu ampirik müdahalelerinin, kapitalizmin ontolojisine içkin bu çelişkiyi ortadan kaldırmayacağı aşikardır. Devlet ile toplum arasında ki temel çelişkinin ortadan kaldırılması için, neoliberal dönemde yeniden biçimlenen sınıfın sadece iktisadi alana sıkıştırılmış bir talepler manzumesi ile kurtuluş teolojisi inşa edebilmesinin olanağı da bulunmamaktadır.
Bugün içinden geçtiğimiz çağ içinde ekolojik krizin görünümü doğrultusunda söylemek gerekirse, evrenselleşmiş biçimiyle, emek ve doğa sömürüsü üzerinden yükselen kapitalizmin büyüme rejimi için devlet, dolaylı ve dolaysız şiddet araçlarını hayata geçirebilmektedir. Bu araçlar, kapitalizmin varlık koşulu olan emek ve doğayı yok edecek boyutlarda etkin kullanılıyor da olsa kapitalist birikim bu sürece mahkûmdur. Bu nedenle, tek başına sivil toplum alanının genişletilmesi, iktisadi alana sıkışmış bir hak mücadelesi temelinde ekolojinin yeninde kendini üretmesini beklemek mümkün değildir. Bu iğdiş etmeye dayalı siyaset eninde sonunda, doğanın özgürlüğü için emeğin özgürleşmesini sağlayacak bir siyasal iktidarı dayatmaktadır. Bu siyasal iktidar mücadelesi de devlet ve toplum arasındaki çelişkinin yeniden üretilmesine yol açacak biçimde değil tam da bu çelişkinin ilgasına ve iktidarın toplumsallaştırılarak lağvedilmesine yönelik bir bakış açısı ile yürütülürse liberalizmin siyasal ekseninden kopuş mümkün hale gelecektir.
Siyasallaşmış bir toplumsal mücadeleyi en temelde talep merkezli bir sivil toplumculuktan, toplumsal hareketçilikten ayıran şey de devlet ile toplum-doğa arasındaki yarılmayı aşmaya yönelik siyasal eksendir. Bu eksenin kuruluşu için ön koşullardan birisi iktidarın toplumsallaşması ve ezilen sınıfların hegomonyası ile kurucu bir siyasallaşmanın önünün açılması diğeri ise bu “toplumsallaştırılmış iktidarın” oluşmasına engel formların (devletin ve sivil toplumun) sönümlendirilmesini sağlayacak özyönetim araçlarının olgunlaştırılmasıdır. Devlet iktidarı ile birlikte sivil toplum alanının karşılıklı olarak sönümlenmesi bir yanıyla devlet-toplum-doğa çelişkisinin aşılması, diğer yanıyla da üretim-yönetim, siyasal olan ile ekonomik olan arasındaki icat edilen çelişkinin de aşılmasının zeminidir. Bu noktada Bolivya’dan başlayarak yükselen sosyalist iktidarların şu ya da bu şekilde siyasal karakterlerinin ne olacağı aynı zamanda bu iktidarları sönümlendirebilecek öz yönetim araçlarının niteliği ile şekillenecektir.[1] Bu bağlam sadece devlet iktidarındaki sosyalistler için değil; aynı zamanda bu gün güncel siyasal mücadele içinde bulunan ve neoliberal devlet aygıtının tüm şiddet ve baskısı ile karşı karşıya kalan emek hareketleri için geçerlidir.
Emek hareketlerinin bileşeni olan işçi, kadın, lbgtt ve ekoloji mücadelesinin siyasallaşma zemini olarak, neoliberal hayatın siyaseten tektipleştirmeye, türdeşleştirmeye, türcülüğe, dilsizleştirmeye, cinsiyetsizleştirmeye(erkekleştirmeye) dayalı siyasal aklı karşısında özyönetim araçları aynı zamanda farklılaşmayı, çoğulluğu, doğa ile uyumu, halkaların çeşitliliğini ve eşitliği örgütleyebildikleri ölçüde “sivil toplum” ekseni dışında bir özgürleşme zemini inşa edebilecektir. Kendini bu anlamda bir sınıf olarak inşa edebilecek olan toplum için, Mandel’in “ya yok oluş ya sosyalizm” dediği, tarihsel an; bugün aynı zamanda kendi varlığını sivil toplumculuk ekseninde “doğa yasası” olarak dayatan kapitalizmin siyasal anlamda da ilgasına yol açacak örgütlenmeyi dayatmaktadır. Bu siyasallaşma biçimi, ne “sosyal hak” mücadelesine daraltılarak gerçekleştirilebilir ne de sivil toplumculuğun aşamalı tarih tezleriyle. Emek hareketinin görünümlerinin harmanlanmasını sağlayacak özörgütler, emeğin ve doğanın birlikte özgürleşmesini eksenine aldıkları ölçüde devletsiz bir topluma yönelik siyasal ufkunu açığa çıkartabilirler. Bu anlamda da bugün için emek hareketi bileşenleri, özörgütlerini inşa ederken, siyasal olan ile ekonomik olanın iç içeliğini göz önünde bulundurarak hareket etmek zorundadır. Bu zorunluluk, alana sıkıştırılmayan siyasal argümanların çoğalmasının önünü açacaktır.
Su için harekete geçen bir kadının mücadelesi, “sosyal hak”[2] mücadelesinin ötesinde bir özgürleşme, doğayla birlikte yaşama, kendi kendini yönetme, devletin sermayeyi tahkimatı sorunu olarak içeriklendirilebilirse sivil toplum alanından kurtulmak mümkün hale gelecektir. Bu doğrultuda söylemek gerekir ki, türdeşleştirmeye, tektipleştirmeye dayalı sivil toplumculuktan kurtuluş, doğanın, emeğin ve halkların eş anlı özgürleşmesini veri alacaktır. Sivil toplum alanından hareketle liberal Anayasal geleneğin kavram seti sınırları içinde, siyasal olanla ekonomik olanı ayrıştıran bir ufuk çizgisi eninde sonunda devlet iktidarını mutlaklaştıracaktır.
Sabah rüzgarının sesini teninde duyan Tunuslu çocukların yirmibirinci yüzyılın sokaklarında dillendirdiği şarkıyı daha yüksek sesle söylerken, mevcudiyetimizin trajedisini görmezden gelmekle mevcut anayasacılık tartışmasına anlamlı bir yanıt üretemeyeceğiz. Bu haliyle Gargantua’yı yüksek sesle okumak ve daha fazla humor üretmek için toplumsal mücadelenin dehlizlerine dalmalıyız. Direniş ve coşkunun hukuku ancak bu güçlü trajedi üzerinden yükselecek.
[1] “Fevzi Özlüer, İklim Değişikliği, Yerlicilik ve Doğaanacılık, Kolektif Ekososyalist Dergi, 5. Sayı, Ankara, Temmuz 2010,
[2] Bürkev ve Özuğurlu’ya göre “hak mücadeleleri bugün ana eksen olarak sosyal hakların ( parasız eğitim, sağlık, barınma, beslenme, su, enerji vb) savunusu, yeniden biçimlendirilmesi ve yeni sosyal hak taleplerinin yaratılması üzerinden biçimlenmektedir.” Bu anlamda emek hareketinin örgütleneme zemini ve özgürleşme alanları, siyasal karakterinden soyutlanarak sosyal bir hak mücadelesi olarak görülmektedir. Su mücadelesi bu bağlamda bir sosyal hak mücadelesi alanıdır. Ama su mücadelesini bir kürt, laz veya kadın için taşıdığı anlamlar burada dışlanmaktadır. Su sadece kalkınma iktisadının ekseninde “temel ihtiyaç” değil aynı zamanda insanın varlık koşulu ve onun uygarlığının da zeminidir. Kültürel dokunun biçimlenmesi, mimarinin şekillenmesi, dillerin farklılaşması, inançların biçimlenmesinin de başat unsurudur. Kapitalizm suyun metalaştırırken sadece bir “sosyal hakkı” piyasalaştırmaz. Tüm bunların ötesinde toplumu tek tipleştirir, türdeşleştirir, dillerinden ve mekânlarından kopartır. Pazar için mal haline getirir. Bu anlamıyla su için mücadele basitçe bir sosyal hak mücadelesi olarak okumak demek bir yönüyle ekonomik mücadele zemininin dilini yeniden üretmek anlamına gelir. Hak mücadelesini bu anlamıyla, sınıf mücadelesinin zemini olarak görmek demek de bir yönüyle sınıf mücadelesinin ekonomik bir mücadeleye hapsolmasının taşlarını döşeyecektir. Yalçın Bürkev, Metin Özuğurlu, 21. Yüzyılda Toplumsal Hak Mücadelelerinin Sınıf İçeriği, Kuramsal ve Tarihsel Boyutlarıyla Hak Mücadeleleri 1 içinde, Editörler: Yalçın Bürkev vd., Note Bene Yayınları, Ankara, 2011, s. 36 vd.
Yoruma kapatılmıştır.