Archive for Temmuz, 2014
Kent ve Çevre Davalarında İvedi Yargılama Usulü
Anayasa’nın 2010 yılında değiştirilmesiyle idari yargılama sistemine overlok çekmeye yönelik yasama faaliyetlerine bir yenisi eklendi. 28 Haziran 2014 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan 6545 sayılı “Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile özellikle kent ve çevre davaları için yeni bir sürecin başladığını söylemek mümkün. Bu Kanun’un 18. maddesinde yapılan düzenlemeyle, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 20. maddesinden sonra gelmek üzere 20/A maddesiyle “İvedi Yargılama Usulü” şeklinde istisna bir usul düzenlemesi getirildi.
İvedi Yargılama Usulüne Hangi İşlemler Tabi ?
İhaleden yasaklama kararları hariç ihale işlemleri, Acele kamulaştırma işlemleri, Özelleştirme Yüksek Kurulu kararları, Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca yapılan satış, tahsis ve kiralama işlemleri, Çevre Kanunu uyarınca, idari yaptırım kararları hariç çevresel etki değerlendirmesi sonucu alınan kararlar, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun uyarınca alınan Bakanlar Kurulu kararları ivedi yargılama usulüne tabi tutuldu.
Çevresel etki değerlendirme sürecine tabi projelerden çed olumlu veya çed gerekli değildir kararları kamuoyunda sıkça gündeme gelen pek çok kent ve çevre davasına beşiklik eden idari işlemler. Bu işlemler arasında önümüzdeki günler için hemen dikkat kesilecek pek çok çimento, inşaat, enerji projesi bulunuyor. Özellikle Akkuyu nükleer santral projesi ve Bartın’da yapılması düşünülen termik santraliyle ilgili ÇED süreçleri devam ediyor. Bu projelerle ilgili ÇED olumlu kararı verilirse, karar hakkında açılacak davalar “ivedi yargılama usulüne” tabi olacak.
İvedi yargılama usulüne tabi tutulan bir diğer önemli Kanun’da 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun. Bu kanun uyarınca Bakanlar Kurulu’nun “riskli alan” ilanına yönelik kararları da “ivedi yargılama usulüne” tabi olacak. Ancak, 6306 sayılı Kanun uyarınca ilan edilen “rezerv yapı alanı” ve “riskli yapı” kararları Bakanlar Kurulu kararıyla alınmadığı için ivedi yargılama usulü geçerli olmayacak.
İvedi Yargılama Usulü Ne Getiriyor?
Dava Açma Süresi Kısaltılıyor
İvedi yargılama usulünde gelen en önemli yenilik, kent ve çevre davalarının dava açma, davaya cevap, temyiz ve yargılama sürecindeki sürelerin kısaltılmasıyla ilgili getirilen kurallar. İvedi yargılama usulüne tabi kararlara karşı dava açma süresi, otuz gün olarak öngörülmüş. İdari davaya konu işlemlerde genel dava açma süresi atmış gün iken, ivedi yargılamaya tabi işlemlerde süre otuz güne düşürülmüş.
Üst Makama Başvuru Yolu Kapatılıyor
İvedi yargılama usulüne tabi işlemlerle ilgili yurttaşlar dava açmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde isteyemeyecek. Bu anlamda ivedi yargılama usulüne tabi işlemler için 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesi uygulanamayacağı düzenlenmiş. Bu düzenlemeyle, yurttaşların idarenin aldığı kararlar konusunda usule veya esasa yönelik açıkça bir hukuka aykırılık tespit etmiş olsalar bile bu konuda idarenin hatasından dönmesine yönelik başvuru yapmasının önü kapatılıyor. Bu açık hukuka aykırılık, telafisi güç veya imkânsız zararlara yol açabilecek olsa da yurttaşların bu işlemlerin kaldırılmasını, geri alınmasını, değiştirilmesini veya yeni bir işlem tesis etmesini isteyemeyecek. Koordinat hatası yapılarak, acele kamulaştırma konusu yapılması düşünülmeyen bir alan yanlışlıkla acele kamulaştırma konusu yapılsa dahi yurttaşlar bu yanlışlığın giderilmesi için idarelerden bir işlem tesis etmesi sonucunu doğuracak başvurularda bulunamayacak. Açıkça yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, çevre hakkı ihlali sonucunu doğuracak bile olsa dava açılması gerekecek.
Yargılama Süreci Adil Yargılanma Hakkını İhlal Ediyor
Bu düzenlemenin olumlu sonuç doğurup doğurmayacağını uygulama gösterecek ancak kent ve çevre konulu davalarda idare mahkemelerinin ve Danıştay’ın iş yükü gözetildiğinde bu sürelerin nasıl işleyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Mahkemeler önlerine gelen dosyayla ilgili yedi gün içinde ilk incelemeyi yapacak ve dava dilekçesi ile eklerini karşı tarafa tebliğe çıkartacak.
Dava dilekçesini ve eklerini alan taraf, dava dilekçesini aldığı tarihten itibaren on beş gün içinde yanıt vermek zorunda. Bu süre, ivedi yargılamaya tabi işlemler dışında otuz gün olarak devam edecek. Ancak bu süre bir defaya mahsus olmak üzere on beş gün uzatılabilecek. Davalı cevap verdikten sonra dosya karar aşamasına gelmiş olacağı da ayrıca düzenlenmiş. Oysaki, davalının savunması ardından dava açanların cevap vermesi ve bu cevaba karşı davalının da yeni bir savunma yazması genel kuralı ivedi yargılama usulünden kaldırılmış durumda. O halde ivedi yargılama usulünde adil yargılanma hakkı da sınırlandırılmış.
Yürütmenin Durdurulması Kararlarına İtiraz Yolu Kapatılıyor
İdarenin işlemleri nedeniyle telafisi güç ve imkânsız zararların doğmamasına yönelik “yürütmenin durdurulması “ müessesi biraz daha daraltılıyor. 1982 Anayasası’nda telafisi güç ve imkânsız zararlar doğmasına yönelik idari işlemlerin hukuka aykırılığının tespitinde “açıkça hukuka aykırı olması kuralını getiren” yönetsel akıl, 2012 yılında idarenin savunması alınmadan yürütmenin durdurulması kararı verilemeyeceğini Kanun maddesi haline getirmişti. Bu düzenlemede uygulanmakla etkisi tükenecek idari işlemler için, idarenin savunması alınıncaya kadar yürütmenin durdurulması kararı verilebileceği de hüküm altına alınmıştı. Bu düzenlemelerle birlikte ivedi yargılama süreci için getirilen özel hükümle, yürütmenin durdurulması konusunda mahkemenin vereceği karara karşı itiraz edilemeyecek. 2012 yılından sonraki değişiklikle idare mahkemeleri, yurttaşların işlemlerden zarar görmesini engellemek için savunma alınıncaya kadar yürütmenin durdurulmasına karar verme konusunda daha güçlü bir eğilim içine girmişlerdi. Bu değişikliğin de yurttaşlara zarar vermemesi için idarenin işlemleriyle ilgili savunma aldıktan sonra, telafisi güç ve imkansız zararlar ve açık hukuka aykırılık bulunduğuna yönelik dava dilekçelerinin daha etkili hazırlanması gerekecek.
Açılan Davaların İvedi Karara Bağlanması
İvedi yargılama usulüne tabi davalarda, dosyanın tekemmülünden itibaren en geç bir ay içinde karara bağlanacak. Ara kararı verilmesi, keşif, bilirkişi incelemesi ya da duruşma yapılması gibi işlemlerin de ivedilikle sonuçlandırılması gerekecek.
Performans denetiminin ve iş yükünün ağır baskısı altındaki hakimlerin dosyalar hakkında bir an önce karar verme eğilimini tetiklemekten çok dosyalar hakkında yeterli inceleme yapılmadan kararlar verilmesine yol açacak bu düzenlemenin, içtihatlarla gelişen idari yargılama hukukunun gerilemesine de yol açacağını şimdiden söylemek mümkün. İçtihatların zayıflaması, idarenin işlemlerinden doğan hak ihlallerini arttıracağı için bu kapsamdaki dosyalardan pek çoğunun Anayasa Mahkemesi önüne adil yargılanma hakkı ihlali gerekçesiyle gitmesi mümkün. Hak ihlallerinin mülkiyet ve yaşama hakkı ihlallerini de beraberinde getirmesi mevcut idari yargılama kapasitesi içinde kaçınılmaz olacaktır.
Kararların Temyizi
İvedi yargılama usulüne tabi işlemler hakkında verilen nihai kararlara karşı tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde temyiz yoluna başvurulabilecek. Bu kararların temyiz dilekçeleri üç gün içinde temyiz mercii tarafından incelenecek ve karşı tarafa tebliğe çıkartılacak. Temyiz dilekçelerine cevap verme süresi ise on beş gün olarak sınırlandırılmış.
Danıştay evrak üzerinde yaptığı inceleme sonunda, maddi vakıalar hakkında edinilen bilgiyi yeterli görürse veya temyiz sadece hukuki noktalara ilişkin ise yahut temyiz olunan karardaki maddi yanlışlıkların düzeltilmesi mümkün ise işin esası hakkında karar verecek. Aksi hâlde gerekli inceleme ve tahkikatı kendisi yaparak esas hakkında yeniden karar verecek. Ancak, ilk inceleme üzerine verilen kararlara karşı yapılan temyizi haklı bulduğu hâllerde kararı bozmakla birlikte dosyayı geri gönderecek. Bu düzenlemeyle Danıştay, idare mahkemelerinin yerine geçerek maddi vakıayla ilgili nihai karar verebilecek. Örneğin bir ÇED olumlu kararında idare mahkemesi işlemin iptaline karar verirse; bu kararla ilgili yapılan temyizin Danıştay tarafından incelenmesi sonrasında, dosyadaki bilgi veya belgeleri yeterli görerek iptal kararının doğru olmadığına karar verip, davayı reddedebilecek. Bu durumda dosya idare mahkemesine yeniden gitmeyecek.
Çünkü, Temyiz edilen dosyalarda verilen kararların kesin olacağı da ayrıca düzenlenmiş. Danıştay, temyiz istemini en geç iki ay içinde karara bağlayacak ve karar en geç bir ay içinde tebliğe çıkarılacak.
Anayasa’ya Aykırılık Sorunu Gündemde
Anayasa’nın 125. maddesine göre idarenin her türlü işlem ve eylemi yargısal denetime tabidir hükmünü ivedi yargılama usulüne tabi işlemler açısından işlevsiz kılacak bu düzenlemelerin Anayasa’daki temel hak ve özgürlükleri de kullanılamaz hale getirmesi mümkün. Bu düzenlemelerin, özellikle “Hak Arama Hürriyetinin” düzenlendiği Anayasa’nın 36. maddesini ihlal niteliğini taşıdığı önümüzdeki günlerde daha sık gündeme gelecektir. Bu maddeye göre, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” ancak yapılan düzenlemelerin idari yargılama usulü sürecini hızlandırma amacını çokça aşan, savunma ve adil yargılanma hakkını ihlal eden bir anlayışı barındırdığını söylemek mümkün. Hele ki temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesi gözetildiğinde, savunma ve adil yargılanma hakkının, özüne dokunulmaksızın, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılması gerektiği anlayışı çerçevesinde “ ivedi yargılama usulünün” Anayasa Mahkemesi’ne taşınması gerekecektir. Bu düzenlemelerin Anayasa’nın 74. maddesinde düzenlenen dilekçe hakkını, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ve 57. maddede düzenlenen konut hakkını ihlal ettiği de bu bağlamda dile getirilmelidir.
İvedi Yargılama Usulü Sürecinde Kent ve Çevre Mücadeleleri Ne Yapacak ?
Bergama altın madenine karşı açılan davalar sonrasında “yargı kararlarının uygulanmaması” yürütmenin genel geçer bir uygulaması haline dönüşmüştü. Buna karşın yargı yerleri ısrarlı bir biçimde çevrenin korunmasına yönelik açılan davalarda yurttaşlar lehine kararlar vermeye devam etti. Yürütme ise “kalkınma ve büyüme” ekseni önünde yargısal denetimi engel olarak görmeye devam etti. Yurttaşların, kent ve çevre örgütlerinin karar alma süreçlerini katılmasını engellemek için 2010 yılında malum Anayasa değişikliğini yaptı. Bu değişiklikle, yargı yerlerinin, idarenin takdir hakkını engelleyecek biçimde karar veremeyeceği Anayasa’ya konuldu. Belli ki yasama organında evet oyu kullananlar ve bu Anayasa değişikliğinin ortağı “yetmez ama evet” çevresi, idarenin yaşama, çevre, sağlık, kent hakları ihlaline yönelik “takdir hakkını” sınırlandıracak bir yargı istemiyordu. Bu değişiklik sonrasında HSYK yapısında değişiklik oldu. AKP ve çevresi bugün başlarına bela gördükleri bu değişiklikleri can hıraş savundu. Sonra Danıştay yapısı değişti. Zamanın Danıştay Başkanı “yok artık öyle yürütmeyi durdurma kararları” deyiverdi. Bülent Arınç bu Başkan için “Yüce rabbim verdikçe veriyor” dedi. Buna karşın yargı yerleri ve hakimler hukuka uygun davrandıkları yüzlerce kararın altına imza attı. Fakat yürütmenin yargı üzerindeki tam denetimi sonrasında önce meslek odalarının dava açma ehliyeti daraltılmaya başlandı. Baroların açtığı kent ve çevre davaları tek tek reddediliyordu. Bu davayı sizin açmaya yetkiniz yok deniyordu. Sonra TMMOB ve bağlı odalarının dava açma yetkisi budanmaya başlandı. Ardından kent ve çevre alanında faaliyet yürüten dernek ve sendikaların davalarının ehliyet yönünden reddedilmesi süreci gelişti. Örneğin yıllardır nükleer santraller konusunda idari ve yargısal katılım araçlarını kullanan Ekoloji Kolektifi Derneği’nin Mersin Karaman yüz bin ölçekli imar planı için açtığı iptal davası ehliyet yönünden reddedilmişti. Danıştay’ın daireleri arasında birlik olmasa da ilgili örgütlerin ve yurttaşların dava açma ehliyeti daraltılıyordu. Bir altın madeni için verilen Çed olumlu kararının iptali davasında, davacıların bölgede mülkünün olup olmadığını, bölgede ikametgâhlarının bulunup bulunmadığını mahkeme davacılara sorar olmuştu. Oysaki çevre ve kent davalarında davacının menfaatinin olabildiğince geniş yorumlanacağı bir içtihat haline gelmişti. Bu içtihat kırılıyordu.
Bunun üzerine yurttaşlar ve ilgili örgütlenmeler, sorunu yaşayan alanlarda daha etkin bir biçimde olmak gerektiğini, sorunun doğrudan muhatapları ağırlıklı davalar açılması gerektiği yönünde bir strateji benimsedi. Her ne kadar bu strateji örgütlülük alanında doğrudan sorunu yaşayanlara yönelmeye dair bir çabayı gündeme getirdiyse de bu strateji aynı zamanda nükleer santral, termik, gdo gibi tüm toplumu ilgilendiren küresel iklim değişikliğine, suyun, toprağın yok olmasına yol açan sorunlarda sorunun ölçeğini hukuki manada daraltan bir bakış açısını da doğurdu. Hukuki olarak davanın devam edebilmesine yönelik bu strateji toplumsal bakış açısının daralmasına yol açtı. Ancak bu durum bir şeyi daha gösterdi, madem hukuk mücadelesi yoluyla toplumsal sorunlar çözülemez, o halde bu iddiayı sahiplenen öznelere sonsuz bir kapı açılmıştı. Ancak, bu kapıdan hala geçmiş ve başarılı birleşik bir mücadele örgütleyebilmiş özneler çıkmadı.
Diğer yandan ise davalar, dava açma süresi yönünden reddedilmeye başlanıyordu. Artvin’in bir köyünde, köyüne gelen kamyonlarla, deresinin üzerine HES yapılacağını öğrenen ve bu tarihte davayı açmak isteyen yurttaşlara, “ilgili şirket izinlerini altı ay önce almış, dava açma süresini kaçırdınız” demeye başladı, yargı yerleri. Bu durum, idarelerin yurttaşlardan daha fazla bilgi veya belge saklamasına yol açtı. Bilgi edinme hakkı, dilekçe hakkı işlevsizleşiyordu. Yurttaş bilgi veya belgeyi nasıl alacağını daha etkin şekilde öğrenmek zorunda bırakıldı. Devlet eliyle başka türlü bir modernleşme gerçekleşiyordu. Kimileri için yurttaşlar böylece yaşadıkları yerdeki gelişmeleri şirketler gibi yakından takip edecek ve ilgili bilgi veya belgeleri zamanında toplamayı öğrenecekti. Ancak, bu görüş fazla profesyonel ve iyimser kaldı. Yatırımcıların aldığı izinlerin zamanında öğrenmesi gerektiğine yönelik temenni, temenni olarak kaldı. Çok sınırlı örgütlülük bu süreçte yatırımcı firmaları sıkı bir biçimde takip etti. Gerze, Karabiga, Bartın, Zonguldak termik karşıtı mücadeleler bu açıdan örnek bir takip süreci gösterdi. Ancak çevresel ve kentsel sorunlardan etkilenen pek çok yer, yatırımcıların faaliyetlerini takip edemedi. Özellikle acele kamulaştırma kararlarını öğrenmek için her yurttaşın resmi gazete takip edeceğini beklemek fazla iyimserdi. Ya da riskli alan kararlarını yurttaşların gün ve gün takip edebileceklerini ummak pek mümkün değildi. Buna karşın, özellikle İstanbul’da riskli alan konusunda etkin takip sistemleri gelişti. Ama orası İstanbul’du ve öyle olması da beklenirdi. Peki ya İzmir, Ankara ve diğerleri; bunlar için pek olumlu şeyler söylemek mümkün olamayacaktı. Süreçleri takip eden kent ve çevre örgütlerinin etkisiyle yurttaşlar acele kamulaştırma, riskli alan, kıyı yağması veya çed olumlu, çed gerekli değildir kararı hakkında bilgilendirilebiliyordu. Fakat Türkiye’de bu konuda etkin bir denetim görevi gören çok sınırlı örgütlenmeler olduğunu da unutmamak gerekirdi.
Bu süreç sınırlı bir insan kadrosunun mütevazı ve yoğun çabasıyla gelişirken bir de ivedi yargılama süreci gündeme geldi. Mevcut örgütsel sorunların daha fazla katmerleşeceğini söylemek mümkün. Aşırı bir pesimist, çelişkilerin derinleşmesinin aynı zamanda hukuka olan güveni de ortadan kaldıracağını ve bu nedenle de insanların kendi hukukunu aramaya başlayacağını söyleyebilir. Ancak memleketin ahval ve şeraiti hakkında biraz malumat sahibi olan bir hukukçu ise hal ve gidiş hakkında idealizme sapmanın tehlikelerini hemen görebilir. Bu nedenle ekoloji ve kent mücadelesinde mevcut örgütlülüğün hali göz önüne alındığında ortaya riskleri ve alınması gereken tedbirleri koymak bir zaruret olarak belirmektedir.
Son beş yıldır dillendirdiğimiz üzere, yurttaşlar ve yurttaş örgütleri yaşadıkları alanlarda devletin ve ilgili idarelerin yapıp ettiklerini, verdikleri izinleri, belediye meclisi kararlarını çok yakından takip etmelidir. Bu süreçlerde, idarelerin bağlı oldukları mevzuata uygun davranıp davranmadıklarını sıklıkla denetleyecek biçimde bilgi edinme ve dilekçe hakkını kullanmalıdırlar. Belediyeleri’nin meclis kararlarını internet sayfalarından veya doğrudan izlemelidirler. Resmi Gazete’yi takip etmeli ve ara sıra örneğin ayda bir İl Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü’nün askı ilanlarına göz atmalıdır. Peki bu Fransız Aydınlanması’nın tarif ettiği güzel ve vatansever yurttaş nerede yaşamaktadır ? bu sorunun yanıtını da benim gibiler vermelidir !!
Bu yurttaşların var olmasını temenni olarak beklemek dışında mevcut duyarlı orta sınıfların ve okumuşların acaba bu konuda bir atımlık barutlarını daha etkin kullanmalarını sağlayacak araçlar gelişebilir mi diye düşünmek de mümkündür. Toplumsal mücadele içinde “olmaz olmaz” diye tabi ki bir şey yoktur. Ancak kent ve ekoloji mücadelesinin hukuk ekseni dışında bir eksen kazanabileceğini kestirmeden söylemek için pek bir nedenimiz yoksa da bunun olanaklarının doğmaya başlayacak bir süreçte olduğumuzu söylemek de pek doğal bir amentümüzdür. Ancak bu beklentiyi, yasama ve yürütmenin hukuki zor aygıtlarına katılımı daraltmasına bakarak kurmamalıyız. Çünkü, katılım araçlarının daraltılmasının doğrudan toplumsal örgütlülüğe bir katkısı olmadığı gibi mevcut örgütlülüğün de hızlıca dağılmasına yol açacak sonuçları olabileceğini mücadeleler tarihi göstermiştir.
Pek tabi ki yıllardır dönüşüm içinde olan toplumsal ve sınıfsal dinamikleri, emekten yana inşa etmeye meyledenler açısından zaruret arz eden mesele hala aynıdır: Emekçi kitlelerin yoksullaşma ve sömürüsüyle, doğanın sömürüsünü eş anlı gören bir örgütlülük içinde sürece ve soruna yaklaşan bir bakış açısına dünden daha fazla ihtiyaç vardır. Mevcut hukuk pratiklerinin otomasyona geçmiş gibi hızlanacağı gözetildiğinde, hukukçuların da yeni araçlar geliştirmek zorunda olacağı aşikardır. Kent ve çevre davalarında yıllardır hukuk eksenli elde edilen kazanımları, toplumsal bir örgütlülüğe tedavül edememiş mevcut örgütsel kriz içinde açılan bu yeni başlık, toplumsal örgütlenmenin yeni biçimlerini yaratmak için bir ivme sağlayabilir. Ama bu ivmenin yaratılabilmesi için mevcut tüm örgütlenmelerin ekoloji ve kent odaklı ortaklıklarını arttırması, elindeki ve avucundakini paylaşırken pragmatik ilişki tarzlarından uzak durması ve örgütsel rekabetçiliğin eleştirisini vererek meydana inmesi gerekecektir. Peki, nerde bu yeni olanı inşaya yüzü dönük örgütlülük diye soracak olan varsa, hemen sorusunu hızlıca sorsun. Bu sorunun yanıtını bulmak için Sinoplu bir bilgeden, ilk elden Diyojenden, yardım isteyebilirsiniz. Ya da örgüt profesyonellerinin ve hukukçuların ağzına daha çok bakmanız gerekecektir.