Sürdürülebilir Kalkınmanın Ekonomi Politiği

Türkiye’de 80’li yıllarla birlikte sermaye birikim rejiminin niteliğinde köklü bir dönüşüm yaşanmaya başladı. Bu dönüşüm iki temel üzerinde şekillendi. Bunlardan birincisi, toplumsal üretim ilişkilerinin liberalleştirilmesine yönelik yapısal reformlar, iktisadi, hukuksal ve toplumsal dönüşümlerdir. Bunlardan ikincisi ise, devlet-toplum ve toplum-birey ilişkilerinin, toplumsal örgütlülük biçimlerinin ve niteliğinin liberalleştirilmesine yönelik idari, mali, finansal, hukuki, teknik dönüşümlerdir.

En temelde ekonominin ve politikanın, üretimin ve yönetimin liberalleştirilmesini içeren bu süreç de, uluslararası dinamikler kadar içsel dinamikler de belirleyici oldu. İthal ikameci dönemde etkinlik alanı artan ve sosyal bir devlet anlayışı doğrultusunda hareket eden devletin liberalleştirilmesi, hem iktisadi ve sosyal alanda ki faaliyetlerinin piyasaya bırakılmasına hem de devletin yönetsel ve politik açıdan liberalleştirilmesine dayanıyordu. Bu liberalleştirme ekonomik liberalizmin ve yeni liberal düşüncenin tezleri doğrultusunda hayata geçiriliyordu. İktisadi ve sosyal alandaki liberalleştirme, ücretlerin düşürülmesi, özelleştirme, deregülasyon, sosyal devlet harcamalarının kısılması gibi bir dizi yapısal düzenlemeyi barındırıyordu.[1] Devletin, politik ve yönetsel açıdan liberalleştirilmesi ise hukuksal, idari, sosyal, mali, finansal ve teknik yapılandırılmasıyla sağlanıyordu.[2] Devletin politika belirlemekte ve uygulamaktaki merkezi ağırlığının göreli olarak değişmeye başladığı bu süreçte, toplumsal yapılar da liberal politikalardan etkilendi. Toplumun örgütlü kesimlerinin kullandığı politik dil, siyasal hedefler, ekonomik ve sosyal beklentiler dönüşmeye başladı. Kısaca liberal dönüşüm sadece devleti değil aynı zamanda tüm bir toplumsal örgütlüğü dönüştürdü. Bu dönüşüm insanlık tarihi için tam çöküntü döneminin ortaya çıktığı, kimin hangi dille konuştuğunun anlaşılamadığı, politik dile pelesenk olmuş terminolojinin nasıl bir dünya görüşüne karşılık geldiğinin bulanıklaştığı bir dönemin kapısını açtı. Kapitalist dünyanın politik dili, tartışmasız ve kabul gören bir nesnellik düzeyine sıçratıldı. Bu çalışma kapsamında da bu politik dilin önemli uğrak kavramlarından birisi üzerine yoğunlaşılacaktır. Özellikle, ekolojik krizin uluslararası resmi politikaların gündemine girmesine paralel olarak çevre ve ekonomi arasındaki “denge” arayışının yansıması olarak ortaya çıkan “Sürdürülebilir Kalkınma” yaklaşımı pek çok toplumsal örgüt tarafından üzerine pek de düşünülmeden kullanılmış ve kullanılmaktadır. Bununla birlikte kavram tartışması hala devam etmektedir. Kavramı karşısına alanlar dahi kavramın anlam dünyası ve politik çözüm önerilerine tam da cepheden karşı çıkıyormuş gibi yapıp kavramın dünya görüşüne sahip çıktılar ya da içselleştirdiler. Burada ki tartışma noktası sürdürülebilir kalkınma kavramını ortaya çıktığı zeminden hareketle kavramın yaslandığı ekonomi politik açılımı, yaslandığı politik temelleri ve dünyaya hangi çözüm önerilerini sunduklarını görünür kılmaya çalışmak olacaktır.

KALKINMACILIK NEREYE

Toplumsal üretim ve tüketim ilişkilerinin, ekonomik ve politik örgütlenmenin, kültürel algı biçimlerinin ve etik değer yargılarının toplumsal sonucu olarak çevre sorunlarının politik anlamda gündeme gelmesinin tarihinin yakın bir geçmişi vardır. Sanayi devriminin ve sömürgeciliğinin çevre sorunları, birinci ve ikinci dünya savaşıyla birlikte katlanarak artmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra erken kapitalistleşmiş ülkelerde uygulanan Keynesyen Politikalar[3] bu ülkelerde göreli olarak refah artışına yol açmış olsa da; Keynesyen Politikalar, 1970’li yıllarla birlikte kapitalizmin sermaye birikim krizine de beşiklik etmiştir[4]. Bu dönem, aynı zamanda refah toplumunun yarattığı ekonomik büyümenin, emek ve doğa üzerindeki yıkıcı sonuçlarının da daha görünür olmaya başladığı yıllar olmuştur.[5] Ekonomik büyümeye dayalı ekonomi ve refah devleti anlayışı, doğanın kendini yeniden üretebilme kapasitesinin üzerinde, doğayı bir üretim girdisi olarak kullanmış; üretim ve yeniden üretim sürecinde doğayı tahrip etmiştir. Bu durum ekonomik etkinliğin çevresel sonuçlarına odaklanan yaklaşımların da daha sık ön plana çıkmasına neden olmuştur.[6] Böylelikle, ekonomik büyüme sonucunda ortaya çıkan kirlilikle, üretim sürecinin “hammaddesi”, “doğal” sermayesi olarak görülen  “doğal kaynakların” sınırlı olduğu tartışmaları da liberal ekonominin ve politikanın gündemine girmeye başlamış ve konu piyasa ekonomisi eksenindeki ekonomik yaklaşımlar açısından da siyasallaşmıştır.

REFAH DÜNYASI VE DOĞAL KAYNAK İDEOLOJİSİ

Erken kapitalistleşmiş ülkeler, 1970’li yıllar ve sonrasında, refah düzeylerini koruma konusunda iki temel politik ve ekonomik krizle karşı karşıya kaldı. Bunlardan birincisi kapitalizmin genel gelişimine paralel olarak ortaya çıkan büyüme kriziydi. Bu krizin de iki temel görünümü vardı, kapitalizmin genel sermaye birikim krizi ve bununla birlikte Keynesyen Politikaların yan etkisi olarak ortaya çıkan yoksulluk ve çevresel bozulmalardı. Bu sorun karşısında kapitalist ülkelerin takınabileceği iki temel tutum vardı: Birincisi Roma Kulübü tarafından ortaya atılan, sıfır büyüme yaklaşımını kabul etmek ya da bu dönemde yükselen sosyal hareketlerin piyasa ekonomisine dayanmayan yaşam biçimlerine yönelmekti.[7] İkincisi ise doğanın kullanımı ile ekonomik büyüme ilişkisine piyasa ekonomisi içinde bir olanak yaratmak, sermaye birikim krizini aşacak yeni politikalar oluşturmaktı.

Erken kapitalistleşmiş ülkelerin uluslararası sistemi yeniden düzenlemek için İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geç kapitalistleşmiş ya da kapitalistleşme sürecindeki ülkelere yönelik başlattığı ekonomik ve teknik yardıma dayalı ve büyüme odaklı kalkınma anlayışı da bu dönemde çökmeye yüz tuttu. Bu sorun, refah düzeylerini korumak isteyen erken kapitalistleşmiş ülkelerin önünde duran ikinci politik ve ekonomik krizdi. Borçlanma politikasını çeviremez hale gelen kapitalistleşme yolundaki ülkelerin ekonomik ve siyasal sistemlerini yeniden düzenlemek bir zorunluluk haline geldi. Bu düzenlemeler, kapitalist ülkelerin pazarlarını genişletmeleri açısından önemliydi. Bununla birlikte yardıma ve büyümeye dayanan kalkınma anlayışı da yeniden gözden geçirilecekti.

Sürdürülebilir kalkınma anlayışı, tam da bu ekonomik ve politik yeniden düzenlenme sürecinin ekseninde ortaya çıktı. Bu aynı zamanda kalkınma iktisadının, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Asya, Afrika ve Latin Amerika Ülkeleri’nde, gelişme sorununa çözüm olarak sunduğu ekonomik büyüme yaklaşımında da bir kırılmayı zorunlu kılıyordu[8]. Bu ülkelerde ekonomik büyüme sağlanmasına karşılık, siyasal sorunlar ve gelir adaletsizliğinin bu büyümeye rağmen derinleşmesi[9], 1970’li yıllarda kalkınma yaklaşımında ekonomik büyüme dışında başka somut göstergelere yaslanması gerektiği anlayışını pekiştirdi.[10][11] Bu eğilim, üretim tarzından ve üretim sürecinden kaynaklanan toplumsal eşitsizliklerin görünmez kılınmasına da neden oluyordu. Eşitsizlik bir kez, eksik tüketim ya da üretimin bölüşümü-dağılımı olarak inşa edilince, verili üretim tarzı-kapitalizm- kendisini bir kez daha aklayabilecekti. Bu kalkınma yaklaşımı, yoksulluğu ve toplumsal eşitsizlikleri gelir dağılımı adaletsizliği ve bölüşüm sorunu olarak gösterdikçe, üretim sürecinde doğa ve emeğin sömürüsünün ortadan kaldırılması konusunda da herhangi bir resmi politika geliştirilmiyordu. Elbette daha trajik olansa, “alternatif” toplumsal örgütlenmelerin de bu eksene kaymasıydı.   Büyüme ve dağılım-bölüşüm arasındaki denge arayışı, “gelir dağılımının yalnızca göreli unsurlarına değil bir ülkenin nüfusunun daha yoksul grupları için mutlak gereksinim tatminine yöneldi. Bugün kalkınma iktisadının temel ilgi alanlarından olan temel gereksinimlere –yiyecek, sağlık, eğitim v.b.- yönelik ilgi böyle doğdu. “Tipik az gelişmiş ülke” kurgusu nasıl yerini çeşitli ülke kategorilerine bıraktıysa, kalkınma iktisadın o güne kadar tek kıstası olan kişi başına gelir de yerini –beslenme, kamu sağlığı, konut, eğitim gibi- her biri farklı uzmanlıklar gerektiren kısmi hedeflere bıraktı.”

Kapitalizmin 70’li yıllarda yaşadığı krizi, yeniden yapılanma politikalarıyla aşma çabası, bu nedenle doğa ve emek değerlerinin kendilerini yeniden üretmelerini de olumsuz etkiledi. Yeni liberal düşünce ekseninde kalkınmacı yaklaşım için, çevrenin “ortak mal” oluşu ve “kamusal niteliği” serbest piyasada tam rekabet koşullarının oluşmasının önündeki en büyük engeldi. Aynı zamanda bu engel, doğanın tahribatının da nedeni olarak görülüyordu.[12] Bu yaklaşım, doğanın yok oluşunda kapitalist üretim tarzının etkisini görünmez kıldı.

Bu koşullarda çevrenin korunmasının ve kapitalistleşmenin birbirini dışlamadığı anlayışı, egemenliğini, uluslararası kuruluşlar aracılığıyla kurmaya hazırlanıyordu. Bu konuda uluslararası toplumun ortak bir tutum geliştirmesini, en azından sorunun asgari müşterekleri üzerinde bir eksen çizilmesini sağlamak amacıyla 5 Haziran 1972 yılında Birleşmiş Milletler “İnsan Çevresi Konferansı” Stockholm’de, Türkiye’nin de dâhil olduğu 113 ülkenin katılımıyla toplandı. Konferans’ta kabul edilen belgelerde “sürdürülebilir kalkınma” kavramı kullanılmamışsa da, “ Stockholm Konferansı’nda çevre ve gelişme ilişkisi ile çevrenin korunmasının gelecek kuşaklar açısından önemine yer verilmiş olması, bu kavramın temellerinin bu konferansta atıldığını düşündürebilir.”[13] Stockholm Konferansı’nda kapitalistleşme sürecinin yatay ve dikey gelişimi, merkezileşmesi ve yaygınlaşması açısından önemli adımlar atılmıştır. Özellikle “ zengin ve yoksul ayrımı yapılmaksızın, katılımcı tüm ülkeler tarafından, küresel çevre sorunlarının boyutlarına dikkat çekilmiş, tehdidin tüm insanlığa yönelik olduğu kabul edilmiş ve sorumluluğun paylaşılmasında uzlaşma sağlanmıştır.”[14] Doğaya müdahale eden tekil bir varlık olarak insanın sorumlu tutulması, doğanın yıkımından her ülkenin, her üretim tarzının ve her kişinin eşit sorumlu tutulacağı anlayışının öne çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu şekilde sorun bir kez daha görünmez hale getirilmiş, insan toplumsal karakterinden soyutlanmış ve kapitalizm teorik düzeyde bir kez daha aklanmıştır.

 TEMEL İHTİYAÇLAR YALANI

“Sürdürülebilir Kalkınma” kavramı ilk kez, 1983 yılında Norveç Başbakanı G.H.Brundtland’ın başkanlığında kurulan Birleşmiş Milletler Çevre ve Gelişme Komisyonu’nun, 1987 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna sundukları  “Ortak Geleceğimiz” raporunda tanımlandığında, çevre ve kalkınma arasındaki dengenin de bölüşüm yoluyla yeniden sağlanabileceği yaklaşımı egemenliğini kuruyordu.

“Ortak Geleceğimiz” adlı raporda sürdürülebilir kalkınma “bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılamak”[15] biçiminde tanımlanıyordu.  “Ortak Geleceğimiz Raporu”, “Sürdürülebilir Kalkınmaya” ilişkin dört temel değer üzerinde durmaktaydı: Dünyanın yoksulları, temel ihtiyaçlar, teknolojinin ve sosyal örgütlenmenin düzeyi.[16] Ortak Geleceğimiz Raporu “Yoksulluğun ve eşitsizliğin yaygın olduğu bir dünya her zaman için ekolojik ve diğer krizlere eğilimli olacaktır”[17] derken yoksulluk ve eşitsizliğin altını çiziyordu. Rapora göre, yoksulluk: temel ihtiyaçların karşılanamamasıydı. Temel ihtiyaçlar ise, “yiyecek, giyecek, barınak ve iş bulma ihtiyaçları”[18] olarak sayılıyordu. Temel ihtiyaçların karşılanmasının “tam büyüme potansiyeline ulaşmaya” bağlı olduğu ifade ediliyordu.[19][20] gözeten rapor, sürdürülebilir kalkınmanın “insanların hem üretim potansiyelini artırarak, hem de herkese eşit fırsat tanınmasını garanti altına alarak”[21] sağlanabileceğini söylüyordu. Ancak raporda toplumsal eşitsizliğin, adaletsizliğin kaynağının üretimin örgütlenmesinden kaynaklandığı sonucunu çıkartmak mümkün değildir. Kapitalist ekonominin genel eğilimi olan sınırsız büyüme ekseninden kopmayan rapor, bu büyümenin sağlanabilmesi içinde toplumun asgari ihtiyaçlarının karşılanması gerekliliğini vurguluyordu. Peki bu asgari ihtiyaçlar neydi, kim tarafından ve nasıl belirleniyordu? Ancak tam “büyüme koşullarında da yoksulluğun olabileceğini”

Temel ihtiyaçlar olarak belirtilenlerin nasıl belirlendiği ise raporda açık değildir. Bunun raporun bir eksikliği olmasından öte, yoksulluğun tanımlanmasının sonucu olduğunu belirtmek gerekir. Temel ihtiyaçlar olarak belirlenen şeylerin nasıl belirlendiği belirtilmediği gibi bu ihtiyaçların nitelikleri de belirtilmemiştir. Nasıl bir beslenme, nasıl bir giyecek, nasıl bir barınak ya da nasıl bir iş? Sorularının yanıtını raporda bulamayız. Çünkü en temelde, temel ihtiyaçlar yaklaşımı, klasik liberal iktisadın “kıt kaynaklara karşı sınırsız ihtiyaçlar” anlayışından türetilmiştir.

İnsanların sınırsız ihtiyaçları olduğu, buna karşı kaynakların sınırlı olduğu varsayımına dayanan sürdürülebilir kalkınma yaklaşımı, geçim araçları ve gelecekleri hakkında karar verme yetileri ellerinden alınmış insanlara; her defasında talep edilecek yeni ürünler sunarak onları malların birer tüketicisi pozisyonuna sokar. Her defasında bir öncekinden daha fazla tüketilecek şey vardır. Bu da aynı zamanda insanlarda yoksulluk algısının üretilmesine ve pekiştirilmesine hizmet eder. Böylece, bir ağaç kovuğunda ya da kerpiç bir evde oturan bir insan, pekâlâ apartmanda yaşayan bir insandan daha yoksul olarak gösterilebilir. Ya da tarlasında kimyasal ürün kullanmadan tarım yapan bir çiftçi kimyasal ürün kullanan bir çiftçiden ya da sadece geçim amacıyla üreten bir orman köylüsü, artı değer elde etmek için üreten kişiden daha yoksul olarak tanımlanabilir. Yine bu yaklaşıma göre, daha az enerji tüketen, işine yürüyerek gidip gelen insanların yaşadığı bir toplum da, otomobile dayalı bir toplumsal yaşamdan daha yoksuldur. Yaşamın niteliği gözetilmeden yoksulluk, mallara niceliksel olarak sahip olabilme biçimine dönüşür. Farklı üretim tarzlarında, kültürel düzeylerde ya da toplumsal yaşam biçimlerindeki insanlar, piyasadaki ortalama bir “soyut ihtiyaçlar sahibi bireye” göre konumlandırılır. Bu bireyin ihtiyaçlar sepetine nelerin konulacağına karar verense, her zaman temel ihtiyaçları belirleme gerekliliğini hisseden piyasa düzenleyicileridir. İnsanın kendini yaşam çevresi ile birlikte yeniden üretebilmesi, mekan ile zamanın yarılmasının aşılması, ev ile iş arasındaki çelişkinin giderilmesi, ihtiyaçlar toplumu için ciddi bir tehdittir. Çünkü böyle bir dünyanın potansiyel olarak belirmesi bile ihtiyaçlar ideolojisinin varlık temellerini sarsacaktır. Bu ihtiyaçlar kümesinin belli bir yaşam biçiminin ve kültürünün ürünü olduğu bilgisinin görünür hale gelmesine neden olacaktır. Bu nedenle sürdürülebilirlik ideolojisi her defasında kendini toplumsal eşitsizlikler ve adaletsizlikler üzerinden inşa eder. Bu eşitsizliklerin olmadığı yerde sürdürülebilirliği de ihtiyaç yoktur.

Ortak Geleceğimiz Raporunda yoksulluğun, kişilerin geçim araçlarından koparılmış olması ve bunun sonucunda da bu kişilerin üretim sürecinde neyin, nasıl, ne kadar ve kimin için üretileceğine, en geniş anlamda da kendi gelecekleri üzerinde karar verecek koşullardan ve araçlardan yoksunluk biçiminde anlaşılmadığı açıktır. Ortak Geleceğimiz Raporu, kişilerin geçim araçlarından koparılması ile doğanın ve emeğin sermaye tarafından temellük edilmesinin sonuçlarını (yoksullaşma, göç, doğanın tahribatı..), ekolojik krizin ve her türden krizin nedenine dönüştürür ve bu durumu yoksulluk olarak tanımlar. Bu, kişilerin giyecek, yiyecek, barınak ve iş bulamamasının altında yatan özel mülkiyet rejiminin de görünmez kılınmasına neden olur. Bu durumda da yoksulluk üretimin tarzından ve toplumsal karakterinden bağımsız olarak kişilerin bireysel alanlarına dâhil birer olguya büründürülür. Geçim araçlarından yoksun olanlar içinse “geçim araçlarına sahiplik” koşullarının yaratılmasını gerektiren tam bir eşitlik anlayışı yerine kişilere “temel ihtiyaçlarını” karşılamak için “fırsat eşitliği” tanınmaktadır. Fırsat eşitliği yaklaşımı da tam rekabet edebilen bir toplumsal yaşam gerektirir. Fırsat eşitliği yaklaşımına göre, önemli olan kişilere geçim aracı sağlayacak ve yoksulluğu ortadan kaldıracak bir eşitlik değil; onların geçimlerini sağlayacakları ücretleri ve şartları hukuken sağlayacak ve onların yoksulluklarını yenmelerinde fırsatlar yaratacak ve bu konuda bir şans tanıyacak eşitlik anlayışı esastır. Böylelikle tüm rekabetçiliği ve saldırganlığıyla “toplumsallıktan yalıtılmış” birey-meta tarih sahnesine çağrılır.

Böylece tüm şeyleri birer temel ihtiyaca dönüştürmek mümkün hale gelebilir. Yoksulluğa bu şekilde yapılan bir vurgunun iki olası sonucu vardır, birincisi özel mülkiyete dayalı kapitalizmin gelişmesinin, yoksulluğu da ortadan kaldıracağı sonucudur. Bu tanımlama, Ortak Geleceğimiz Raporunda kapitalist büyümeye kuramsal temel hazırlar. Rapora göre  “Eğer gelişmekte olan ülkeler dünyasının büyük kısmı ekonomik, sosyal afet ve çevre felaketlerinden kurtarılacaksa, global ekonomik büyümenin yeniden canlandırılması şarttır. Pratik açıdan bunun anlamı, hem sanayileşmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde daha hızlı bir ekonomik gelişme, gelişmekte olan ülke mallarının piyasalara ulaşmasında daha fazla serbesti, daha düşük faiz oranları, daha çok teknoloji transferi ve hem imtiyazlı hem de ticari olarak çok daha büyük bir sermaye akımı demektir.”[22]  Raporun yoksulluk algılaması, yoksulluğun ortadan kaldırılması için kapitalist sermaye birikimini koşul olarak görmesine neden olmuştur.

Refah Devleti ideolojisinin yarattığı toplumsal çöküntünün ve doğa tahribatının aşılması noktasında dümeni kapitalist büyüme yönünde büken sürdürülebilirlik yaklaşımı, bu açılımı ile sorunları geleceğe havale etmenin yanı sıra bir tür altın çağ ideolojisi olarak, o eski refah toplumunun nasıl yaratılacağının bilgisini de piyasa ekonomisinin içinde görür. Toplum hiç ulaşamayacağı Kaf dağının arkasındaki inciyi bulması için daha çok çalışmalı ve bu artık değer asgari ihtiyaçların karşılanmasına da olanak sağlamalıdır. Bu da ikinci sonuçtur. Bir avuç toprak, bir soluk nefes, bir bardak su artık piyasa malıdır. Bu mala ulaşmak içinde önce büyümek- ki yok etmek de denilebilir- sonra da bu malları satın almak gerekir. İşte yeni refah toplumu ideolojisi budur.

TEKNOLOJİK DETERMİNİZM

Yoksulluğa yapılan vurgunun ikinci olası sonucu ise, çevre ve kalkınma arasındaki dengenin piyasa koşullarında kurulabileceği, bunun da teknolojinin ve toplumsal örgütlülüğün kapasitesini arttırmakla mümkün olduğudur.[23] Ortak Geleceğimiz Raporu, çevre sorunlarına çözümde yeni teknolojilerin geliştirilmesine başat bir vurgu yapmaktadır. “Yenilenebilir enerji sistemleri, kirlenme kontrolü”[24] gibi alanlarda “teknoloji değiş tokuş temeline dayalı”[25] yollarla sürdürülebilir kalkınmanın teşvik edilmesi gerektiği belirtilmektedir. Bununla birlikte “biyolojik bilgiyi biriktirme konusunda”[26] harekete geçilmesi gerektiği bunun içinde “gelişmekte olan ülkelerin biyoteknolojik kapasitelerini”[27] geliştirmeye yönelik çalışmalara ağırlık verilmesinin gerektiğinin altı çizilmektedir. Teknoloji merkezli bu yaklaşım, atmosferdeki sera gazı emisyonunu azaltacak alternatif enerji kaynaklarının fosil yakıtlara dayalı enerji üretiminin yerine ikame edilmesinin gerekliliğini vurgular.[28] Peki, savaş ekonomisi üzerinde yükselen bir finans kapital sisteminin aç gözlü-histerik enerji krizini hangi alternatiflerle tatmin etmek mümkün olur? Alternatif enerji kaynakları, alternatif bir toplum mümkün olmadan ortaya çıkabilir mi?

Bu soruları yanıtlamak ve sürdürülebilir kalkınmanın teknolojik indirgemeciliğini ve belirlenimciliğini kazımak için, kapitalist üretime içkin krizi tekrar açıklamak gerekir. Kapitalist üretim, daha fazla artı değer üretmek, kar elde etmek zorundadır. Bunun için bir yandan maliyetleri düşürme, emek yerine emeğin bir görünümü olan teknolojiyi ikame etmek, doğayı bir kaynak ve hammadde deposu haline getirmek, işçiler yerine makineleri üretimde kullanmak zorundadır. Diğer yandan da kapitalist büyüme, emeğin ve doğanın daha yoğun sömürüsüyle mümkündür. Bunun içinde kapitalist üretime dayalı sermaye birikimi eninde sonunda emeğin artı değerine mahkûmdur. Bir yandan maliyetleri kısmak için teknolojiye yönelmek diğer yandan da sermaye birikimi için emeğe bağımlı olmak kapitalizme içkin bir çelişkidir. Kapitalizm açısından bu çelişki, aşılamaz bir içsel çelişkidir. Bu açıdan üretimin teknoloji merkezli gelişimi, hem istihdamı daraltırken aynı zamanda sermaye birikiminin de göreli olarak azalmasına neden olmaktadır. Çalışan nüfusun işsiz kalma korkusu altında sürekli sömürülmesi ve ücretlerin aşağıda tutulması işte bu kapitalist teknik sayesinde daha olanaklı hale gelmektedir. Diğer yandan da çalış(a)mayan nüfusun bir toplumsal “artık” olarak gerektiğinde hem “gelişmenin” önünde bir tehdit olarak sunulmasına hem de bu nüfusun çalışan nüfusu-işlerinden edebilecek potansiyel olarak- baskı altında tutan bir araç halinde kullanıldığını görmek gerekiyor.

Bu anlamda kapitalist teknoloji içinde var olduğu üretim tarzının bilgisini ve ideolojisini taşır. Onun yaşam kültürünü ve yaşama biçimini örgütler. Bu açıdan tekniği verili üretim tarzından bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değildir. Teknolojik gelişme, üretici güçlerin diğer bileşenlerini- emeği- doğayı- hayal gücünü- iğdiş ediyorsa, ki ediyor, teknolojik gelişmelerle yoksulluğa ve yok oluşa çözüm bulunamaz. Yukarda da belirttiğimiz gibi bizzat teknolojinin karakterize oluşu, yoksulluğun ve sermaye birikim rejiminin sürdürülebilir bir biçime bürünmesine olanak sağlamaktadır. Ne kadar çok yoksulluk o kadar çok kâr demektir.

RİO’DAN BUGÜNE: AYNI TAS AYNI HAMAM

Ortak Geleceğimiz Raporu’nun yayınlanmasından sonra, 3-14 Haziran 1992 tarihlerinde Brezilya’nın Rio De Janeiro kentinde “ Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı” düzenlenmiştir. “Konferansın sonucunda, Rio Bildirgesi, Gündem 21, Orman İlkeleri, İklim Değişikliği Sözleşmesi ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi adı altında beş temel belge ortaya çıkmıştır.”[29] Bu belgelerin tamamında Sürdürülebilir Kalkınmadan bahsedilmesine karşın kavram tanımlanmamıştır. Rio Zirvesi’nde “Çevreye rağmen kalkınmanın sağlanamayacağı, kalkınmanın ihmal edilmesi ile çevrenin korunamayacağı”[30] anlayışı yinelenmiştir. Bu anlayışın hayata geçirilmesi için 27 maddeden oluşan Rio Bildirgesi kabul edilmiştir. Sürdürülebilir Kalkınma yaklaşımının eylem planı olarak Rio Zirvesi’nde kabul edilen Gündem 21 Belgesi ile gönüllü kuruluşlara kalkınmanın sağlanmasında aktif roller biçilmiştir.[31]

Rio Zirvesi’nin ardından “Birleşmiş Milletler 1994 Kahire nüfus ve Gelişme Konferansı, Birleşmiş Milletler 1995 Kopenhag Sosyal Gelişme Konferansı, Birleşmiş Milletler 1995 Pekin Dördüncü Dünya Kadın Konferansı ve Birleşmiş Milletler 1996 İstanbul Habitat II Konferansı”[32] sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasına ilişkin yapılan zirvelerdir.

İstanbul’da yapılan Habitat II Konferansı tezimiz açısından Rio Zirvesi ile kabul edilen Gündem 21 kadar önem taşımaktadır. Bu konferans ardından gelen on yılda, Habitat II Konferansında şekillenen belgelerin ve Habitat II öncesinde ve sonrasındaki gelişmelerin yarattığı düşünsel, politik, ekonomik, sosyal eğilimlerin de etkisiyle, Türkiye’de çevreci örgütler, “sivil toplum kuruluşu” söylemini içselleştirmiş, kendilerini kalkınma da aktif rol alan örgütler olarak tanımlamaya başlamıştır. Bu nedenle çalışmamız açısından, Habitat II Konferansı üzerinde de durmak gereklidir.

Habitat II’yi “diğer konferanslardan ayıran, Konferansın devletlerarası niteliğinin değişmiş olması ve sivil toplum kuruluşları, platformlar ve sivil inisiyatiflerin konferansta etkin rol almış ve katkıda bulunmuş olmalarıdır.”[33] Habitat II Konferansının mesajı, devletlerin insan yerleşimleri yönetimine ilişkin var olan sorumluluklarının bir kısmını, kabul edilir ölçüler içinde farklı düzeylere devredilmesi gerektiği olmuştur. Bu konferansla ülkeler ve diğer uluslararası kuruluşlar tarafından; sadece hükümetlerin aldığı kararlar ve uygulamalarla çözümlere ulaşılamadığı tespiti yapılmış ve böylelikle yeni prensipler ve politikalar doğmuştur.[34] Konferansın uluslararası düzeyde kabul gören Karar Belgeleri olan “İstanbul Deklarasyonu ve Habitat Gündemi” içinde bu prensipler ve politikalar açımlanmıştır.

Habitat II zirvesinin ardından 2000 yılında,  Birleşmiş Milletlere üye ülkeleri kapsayacak şekilde ilan edilen, Birleşmiş Milletler “Bin Yıl Bildirgesi”nde de sivil toplum kuruluşu vurgusu sürdürülebilir kalkınmanın gerçekleştirilmesi sürecinde ön plana çıkarılmıştır.[35]

Bu bildirgeden sonra 2002 yılında, Rio Zirvesi’nin on yılını değerlendirmek amacıyla “Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi” yapıldı. 26 Ağustos – 4 Eylül 2002 tarihleri arasında yapılan zirvede “Johannesburg Sürdürülebilir Kalkınma Poli­tik Bildirgesi” ve “Johannesburg Uygulama Planı” kabul edildi. Sürdürülebilir kalkınma bildirgesinde, “sürdürülebilir gelişme taahhüdü yinelenerek, bu amaca yönelik, eşitlikçi ve insancıl bir toplum oluşturulması için ortak yükümlülükler vurgulanmaktadır. Sürdürülebilir gelişmenin üç temel direği olarak nitelendirilen ekonomik gelişme, sosyal geliş­me ile çevrenin korunmasına ilişkin sorumlulukların yerel, ulusal, bölgesel ve küresel düzeylerde gerçekleştirilmesinde de ortak bir sorumluluk taşındığı vurgulanmıştır. Tüketim ve üretim kalıpları­nın değiştirilmesi, yoksulluğun ortadan kaldırılması, doğal kaynak­ların korunması ve yönetimi konularındaki ortak yükümlülükler de bildirge de yer aldı.”[36] Uygulama planında ise, su kaynaklarının serbest piyasa koşullarında korunması[37], çevre ve insan sağlığı konularında kalıcı çözümler üretilmesi, bu konularda mevcut finansal mekanizmaların geliştirilmesi, yeni fonlar yaratılması, gelişmiş ülkelerin sivil toplum kuruluşlarının,  gelişmekte olan ülkelere yönelik finansal ve teknik yardımlarının teşvik edilmesi belirtilmiştir

Bu noktada, “Ortak Geleceğimiz” raporunda belirtilen sürdürülebilir kalkınma anlayışı Rio ve Johannesburg bildirgelerinde de yinelenmiştir.

TOPLUMU FAYDA MALİYET HESABINDA KURMAK

Rio zirvesi sonunda ortaya çıkan biyoçeşitlilik ve iklim değişikliği sözleşmeleri ise bu kapsamda değinilmesi gereken noktalar barındırmaktadır. Bu sözleşmelerin içeriğine girmek yerine temel yaklaşımlarını açıklamak önemlidir. Bu nedenle de sözleşmelerde, çevre ve ekonomi arasındaki ilişkide temel mantığı ortaya koyan dışsallıkların[38] içselleştirilmesi yaklaşımına değinmek gerekiyor. Kapitalist merkezlerde, doğanın tahribatının, ekonomik büyüme önünde engel olmaya başladığının gündeme gelmesiyle birlikte, doğanın tahribatının neden olduğu  “maliyetlerin”  ekonomik olarak nasıl anlamlandırılacağı tartışılmıştır. Bunun sonucunda Keleş ve Hamamcı’nın belirttiği gibi liberal kuramın ekseninde “çevre bir ‘toplumsal hesaplar sistemi’ içine sokulmakta, korunması ve geliştirilmesi için harcanacak kaynakların gelecekteki avantaj ve dezavantajlarının bugün ki para değeri üzerinden hesaplanması önem kazanmaktadır.”[39] Bu yaklaşım O’Neıll’ın eleştirel olarak belirttiği şu şekilde bir çözüm önerisi geliştirmiştir “çözüm ya ticari mülkiyet haklarının çevresel mallara kadar genişletilmesinin ya da maliyet – kar analizi için çevresel mallara gölge fiyatların verilmesinin sağlanmasıdır. Fiyatların çevresel mallara kadar genişlemesi, böylelikle bunlar için tercihlerin ‘gerçek’ değerlerinin bulunması, çevresel sorunların çözümüne giden yoldur.”[40] Doğa bir kez fiyatlandırılırsa, onun tahrip edilmesi sorunu da ancak bu fiyatlandırılma mekanizması içinde çözülebilir. Kısacası tahribatın bir bedeli vardır, bu bedeli ödeyen doğayı tahrip edebilir. Bu fiyatlandırma da elbette kar-zarar hesapları çerçevesinde bir işletmenin çöküşüne yol açacak boyutlarda değildir. Doğanın fiyatlandırılması yaklaşımını, Sürdürülebilir Kalkınma anlayışını hayata geçirmenin araçlarından olan “Kirleten Öder” ilkesinde ve “Çevresel Etki Değerlendirme” sürecinde gözlemlemek mümkündür. Bununla birlikte sera gazı emisyonlarının atmosferdeki oranının düşürülmesini esas alan ve İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin eki niteliğindeki Kyoto Protokolündeki[41] esneklik mekanizmaları da çevrenin fiyatlandırılması yaklaşımına dayanmaktadır.

Dışsallıkların içselleştirilmesine getirilen liberal çözüm, gölge fiyat mekanizması, yanı sıra serbest piyasa ekonomisinin tam işleyebilmesi için çevrenin de tam rekabet koşullarına kavuşturulması, kamusal ve ortak doğa “varlıklarının” korunabilmesi için bu malların özel mülkiyet rejimine sokulması gerektiği düşüncesi[42], sürdürülebilir kalkınma yaklaşımının ekonomi politikasını bütünlüğe kavuşturur.[43]

Bu noktada belirtmek gerekir ki, refah devleti ideolojisi bir yandan teknolojik determinizmi dayatırken diğer yandan da tüm toplumu ve doğayı bir fayda maliyet analizleri sitemine indirgemektedir. Sürdürülebilirlik kavramının bu piyasa ekonomisine dayalı fayda maliyet analizi yaklaşımı tüm değerleri özel mülkiyet konusu haline getirmenin de yegâne araçlarını sunmaktadır.

ÖZEL MÜLKİYET:  BİR DAHA SÖYLE

Ortak ve Kamusal doğa varlıklarının, özel mülkiyet konusu yapılması da yeni liberal eksende kalkınmanın sürdürülebilir olmasının en etkin aracı olarak sayılır. “Serbest piyasa çevreciliğinin merkezinde, doğal kaynaklar üzerinde iyi belirlenmiş mülkiyet hakları bulunur.”[44] Bu yaklaşım Hardin’in “ortak malların trajedisi” olarak nitelendirdiği teoriden de beslenir.[45] Ortak malların trajedisi anlayışına göre, çevresel malların özel mülkiyet konusu olmaması neticesinde çevrenin aşırı sömürüsü söz konusu olur.[46] Bu anlayışa göre, yapılması gereken mülkiyet haklarının hukuksal güvenceye kavuşturulması, hukuksal olarak güvenceye kavuşturulmuş mülkiyet haklarının mekân ve zaman boyutlarının net olarak tarif edilmiş olması, mülkiyet hakkının gelişmesi için kişilerin teşvik edilmesi gerekir.[47] Çevresel varlıkların korunmasından çıkarı olanlara, ortak malların mülkiyeti verilmese bile bu konuda çıkarı olan kişi ya da grupların sorumluluk üstlenmeleri özendirilebilir veya sağlanabilir. Bu doğrultuda, ortak malların piyasaya kazandırılmasında şirketlere, sivil topluma ve bunun içinde çevreci gruplara da fırsatlar verilir. Ortak varlıkların piyasaya kazandırılması bu noktada bir trajediyi değil; “büyük bir fırsatı da simgelemektedir.”[48]

Bu mantığın izini sürecek olursak örneğin, Biyolojik açıdan zengin bir bölgenin sürdürülebilir kalkınma ilkesi doğrultusunda korunması için bu alanın mülkiyet konusu olması gerekir. Bu mülkiyet konusu alanı koruma sorumluğunu üstlenen kişi ya da grup bu alanın kullanımını belli bir fiyatla düzenler. Öncelikle bu bölgenin ekonomik değerinden birinci derecede yararlananlar, bu yörede yaşayanlar, kullanım maliyetlerini üstlenir. Böylece fiyatlara duyarlı olan bireyler ortak malların aşırı kullanımından kaçınırlar, bu malı pahalı bulan bireyler bu malın ikamesini bularak ortak malın aşırı tüketiminden vazgeçerler. Eğer, ortak mala dayalı bir ekonomik etkinlik gerçekleştiriyorlarsa ekonomik etkinlik alanlarını değiştirirler, geliştirirler ya da teknik düzenlemelere giderler. Aynı zamanda bu alanların kullanımından elde edilen gelirle de bu alanların korunmasının finansmanı yaratılır.[49]

Bu noktada toparlayacak olursak sürdürülebilir kalkınma anlayışı en temelde piyasa ekonomisine dayalı bir kalkınma anlayışıdır. Temel ekonomik mekanizmaları da piyasa mantığının içinden türetilir. Piyasa ekonomisinin sermaye birikimine dayalı işleyişinin sınırları doğayı da kapsayacak şekilde genişletilir. Bu aslında kapitalizmin her şeyi metalaştırmaya dönük mantığının da “zorunlu” sonucudur. Piyasa mantığında çevrenin “korunması” da ancak çevreden kar elde edilebildiği oranda mümkün hale gelir. Sürdürülebilir Kalkınma yaklaşımı sermayenin yeniden üretimi sürecinde, çevreyi de kapsayacak şekilde genişletilmiş bir birikim modelidir. Refah devleti ideolojisinin çöküntüleri üzerinden sermaye birikimini yeniden sürdürülebilir kılmanın yolu, ihtiyaçlar evrenini yeniden tanımlamak, yoksulluğu sürekli ve yeniden bir tehdit olarak üretmek, büyümeye dayalı kalkınmacılığı kutsamak, doğayı kamusal niteliğinden, toplumu da doğa bedeninden arındırmak, bu açıdan da özel mülkiyet konusu haline getirmek, sürdürülebilirlik kavramının unsurlarını oluşturmaktadır.

SONUÇ: HADİ GİDELİM BU KAVRAMLARDAN

Refah toplumu ve konformizm arasına sıkışan ruhlarımızı çağıran bu kavramlar dünyasında birer yalancıya ve yabancıya dönüşme korkusu altında yaşıyoruz. Sürekli dünyayı dönüştürme mitlerini çağırdığımız tarih sahnesinde bu dünyanın yükünü kaldıracak bir bakış açısı yeni kavramlar doğurmak zorunda. Şamanlar ışın kılıcıyla büyüyü bozamazlar. Ötesinde berisinde dolanıp top yekûn çöküşün göbeğinde olduğumuzu söylememenin adıyla konuşmaktan vazgeçmek gerekiyor. Bir yandan yeni kölelik düzeninin politik dilini içselleştireceğiz ve yaşam dünyamızı bu eksende örgütleyeceğiz, diğer yandan da saatleri ayarlama enstitüsündeki memurları tatlı bir tebessümle okuyacağız. Bu iki dünya uzlaşmaz. Bu iki dünyadan birincisi, yoksulluğa ve yıkıma ilaç diye, vaat edilen cehennemin dibindeki kızılcık şerbetine “sürdürülebilirliği” gömmektedir. Ulaşabilene aşk olsun…

Dünyanın ekolojik yıkımı karşısında “başka yol yok” yalanlarıyla kendimizi imha ediyoruz. Belki de bu imha tam da kapitalist üretim tarzının armağanıdır. Kitlesel yok oluşlarıyla korkutulan ve bunu sürekli bir bombardımana çeviren uygarlık bekçileri, sorunlarımızı yavaş yavaş çözelim buyuruyorlar. Oysa böyle bir dünyada yavaş yavaş çözülen, yaşama inancımızdan başka nedir ki… Ama kendileri de biliyor ki bu kapitalist dünya bir imha dünyasıdır.

Üzerine bu kadar çok yazı yazılmış, bu kadar çok söz söylenmiş bir kavramı yeniden anlatmak neye yaradı? Belki de bir tek şeye, yaşama dair ideolojik-kavramsal cephaneliğimiz ne ise biz de o kavramlar dünyasının yolcusuyuz demeye… O kavramı hiç kullanmasak da adını anmaya korksak da, onun dünyasından konuştuğumuz sürece bu dünyanın yaşanabilir olmasının mümkün olmadığının hatırlatılmasına. Yeni bir şey söylemedik belki de ama çalışma konusu kavramı ortadan ikiye bölüp yeni sıfatlar yaratanlar, burjuvazinin suretinden bir yaşam inşa ettiklerini düşünüyorlar mı acaba…

[1] Tülay Arın, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler’in Kalkınma Stratejileri, Petrol İş Year Book for 1993-1994, İstanbul, 1995, s.551.

[2] Bu konuda bakınız, Birgül Ayman Güler, “Yerel Yönetimleri Güçlendirmek mi? Adem-i Merkeziyetçilik mi?”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, 9/2, Nisan 2000, s. 14-29.

[3] 1945 yılından sonra kapitalist ülkelerin ekonomik modelini olan Keynesyen Politikalar, John Maynard Keynes’in geliştirdiği ekonomi anlayışına dayanır. Bu, en temelde tam istihdamı sağlama ve tam istihdamı mümkün kılmak için vergilendirme, sübvanse etme ve borçlanmaya dayalı ekonomi anlayışıdır. Bu konuda bakınız, E.K. Hunt, İktisadi Düşünce Tarihi, (çev: M. Günay), Dost Kitabevi, Ankara, 2005. Aruoba’ya göre Bu “ iktisat politikaları yatırım-GSMH oranlarını arttırmak, başka bir söyleyişle, özellikle sanayi malı üretim artışını mümkün olabilecek en yüksek noktaya çıkartmak” üzerine kuruludur. Çelik Aruoba, “Çevre Ekonomisi Gelişme Ekonomisi”, İnsan Çevre Toplum içinde Der: Ruşen Keleş, İmge Kitabevi, 2. Baskı, 1997, s.179.

[4] Bu kriz, kapitalist sermaye birikiminin genel karakteristiğinden kaynaklandığı gibi özelde de, Keynesyen Politikaların savaş ekonomisine dayalı ve güvenilmez bir borçlanma yapısına dayanmasından kaynaklanır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız: Hunt, İktisadi Düşünce Tarihi s.497-527.

[5] Konunun 1960’lı yıllarla birlikte üretim ve tüketim kalıpları eksenindeki tartışıldığı yazılar için ise bakınız: Rachel Carson, Sessiz Bahar, (çev. Ç. Güler) Palme Yayıncılık, Ankara, 2004.

[6] Örneğin, “Birleşik Devletler’de sivil haklar hareketiyle örneği görülen toplumsal krizler, 1960’lann kent taşrası ayaklanmaları ve savaş karşıtı hareket kapitalizmdeki toplumsal uyuma ilişkin inancın temelini çürüttü. Üçüncü dünya ülkelerine yönelik sayısız gizli kapaklı devirme faaliyetleri ve askeri istilalar, halkın kapitalist emperyalizm döneminin gerçekten sona erdiğine ilişkin inancını zayıflattı. Amerika’nın Vietnam yenilgisi kamuoyunun soğuk savaş ideolojisine inancını ciddi olarak sarstı. Nihayet, yönetimin Watergate skandalıyla sonuçlanan, bütün döneme yayılmış sayısız hile, aldatma, yalan ve sahtekarlığının ortaya çıkması, kapitalist yönetimlerin sadece her bireyin refahıyla ilgilenen ve dünya çapında barışı, uyumu ve kardeşliği geliştiren, halkın tarafsız, yardımsever, demokratik hizmetkarları olduğuna ilişkin inancı tahrip etti.” Hunt, a.g.e., s.609. Diğer yandan ise, 1972 yılında yayımlanan Roma Klübü’nün  “Büyümenin Sınırları” raporu ile de ekonomik büyümenin sonuçlarına dikkat çekilmiş ve çözüm olarak “sıfır büyüme” yaklaşımı ortaya atılmıştır. Keleş ve Hamamcı bu raporun içeriği hakkında şunları söyler: “ Bu rapora göre, doğal kaynaklar nüfusun hızlı artışına yetmeyecek ve içinde yaşadığımız çevre, 150 yıla varmadan yaşanabilir niteliklerini yitirecektir. Bu nedenle, çevreyi korumak ve geliştirmek amaçlanıyorsa, gelişme hızı yavaşlatılmalı, durdurulmalıdır. Çünkü gelişme, uygarlaşma, insanlığı acı bir sona yaklaştırmaktadır.” Ruşen Keleş-Can Hamamcı, Çevre Politikası, 5. Baskı, İmge Kitabevi, 2005, s.235-236.

[7] “Sıfır büyüme” yaklaşımı ile piyasa ekonomisi dışındaki ekonomik modeller aynı anlama gelmez. Kapitalizm dışı ekonomi modelleri de şu ya da bu tarzda ekonomik bir etkinliğe dayanır. Bu ekonomik modellerin “büyüme” modelleri olmaması bu iki yaklaşımın farklı söylemler olduğunu gösterir. Hatta kimi görüşler “sıfır büyüme” yaklaşımının kapitalist uygarlığın kendi dışındaki ekonomileri sömürmek ve gelişmelerini engellemek gibi bir amaca da hizmet edebilecek şekilde yorumlanabileceği görüşlerini dillendirmişlerdir.  Bu konuda H.M. Enzensberger’in değerlendirmesi için bakınız: Keleş-Hamamcı, Çevre Politikası, s.235.

[8] Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki gelişme sorununa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dikkatlerini yönelten iktisatçı görüşlerine ilişkin Hirschman şunları belirtir, “ II. Dünya Savaşı sonunda dikkatlerini bu ülkelere yönelten iktisatçılar, bunların o kadar da karmaşık olmadığına inanıyorlardı; kişi başına milli gelir yeterince yükseltilebilirse sorunları çözülecekti. Daha önceleri 18. yüzyılda ‘kaba ve barbar’, 19. yüzyılda ‘geri kalmış’ ve 20. yüzyılda ‘azgelişmiş’ olarak nitelenen ülkelere duyulan horgörü hep bu ülkelere ekonomik ya da başka açılardan ve sert iklim, yetersiz kaynaklar ya da aşağı statü atfı biçimini almıştı. Yeni ekonomik büyüme öğretisiyle horgörü daha incelmiş bir biçimde karşımıza çıktı: aniden, bu ülkelerin ilerlemesinin sorunsuz ve doğrusal olacağı varsayılmaya başladı, yeter ki doğru entegre kalkınma programını benimsesinler! Her şeyin önüne geçen yoksulluk sorunları veriyken az gelişmiş ülkelerin kurulmuş oyuncaklar gibi işlemesi, çeşitli kalkınma aşamalarından tıngır mıngır ilerlemeleri bekleniyordu.” Albert O. Hirschman, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Gerilemesi, (çev. S. Öztürk), Kalkınma İktisadı Yükselişi ve Gerilemesi içinde, (Der. Fikret Şenses), İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2003, s.51.

[9] Kalkınma anlayışındaki dönüşümde “ Fishlow’un 1970 nüfus sayımına dayanan ve  çarpıcı büyümeye rağmen (ya da bu yüzden) Brezilya’da  gelir dağılımının daha da eşitsiz hale geldiği ve bazı düşük gelir gruplarının mutlak olarak da eskisinden kötü duruma düştükleri bulgusu özellikle etkili oldu.” Hirschman, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Gerilemesi, s.49.

[10] Bu durum “Dünya Bankası başkanı Robert. McNamara’nın 1972 yönetim kurulu toplantısında yaptığı konuşmaya da  yansıdı. Kalkınmanın, dağılım hedeflerine uygun olarak nasıl biçimlendirileceği ya da büyüme ve dağılım hedeflerini birleştirecek politikaları anlama çabası içine girildi.” Hirschman, s.49.

[11] Hirschman, s.50. Kalkınma iktisadı yazını içinde sayılan “sürdürülebilir kalkınma”nın niceliksel değerlere vurgu yaptığı, bunun yerine sürdürülebilir gelişme kavramının tercih edilmesi gerektiği yönündeki kimi tartışmalara karşın bu tez de, kalkınma ve gelişme kavramları kullanıldıkları ekonomik ve sosyal bağlama sadık kalınarak eş anlamda kullanılmıştır. Bununla birlikte kalkınma iktisadı da kimi zaman gelişme iktisadı olarak anılmış ve bu iki sözcük birbirinin yerine kullanılmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kalkınma anlayışı içinde bir dönüşümü ifade eden “Sürdürülebilir Kalkınma” yaklaşımı yerine “Sürdürülebilir Gelişme” sözcüğü de kullanılabilir. ‘Sürdürülebilir Kalkınma’yı, ‘Sürdürülebilir Gelişme’den farklı sayan görüşler için bakınız, Ruşen Keleş, Kent Bilim Terimleri Sözlüğü, 2.Baskı, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1998; Ayşegül Mengi-Nesrin Algan, Küreselleşme ve Yerelleşme Çağında Bölgesel Sürdürülebilir Gelişme: AB ve Türkiye Örneği, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2003; Pınar Kılıçoğlu, Türkiye’nin Çevre Politikalarında Sürdürülebilir Gelişme, Turhan Kitabevi Yayınları  Araştırma ve İnceleme Dizisi:3, Ankara, 2005; Bununla birlikte kalkınma yazını içinde gelişme ve kalkınma anlayışlarını eş anlamda kullanan görüşle için bakınız, Fikret Şenses, Gelişme İktisadı ve İktisadi Gelişme Nereden Nereye?, Kalkınma İktisadı Yükselişi ve Gerilemesi içinde, Der. Fikret Şenses, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2003; Fikret Başkaya, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Gerileyişi, 3. Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000;  Fuat Ercan, Modernizm Kapitalizm ve Azgelişmişlik, 2. Baskı, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2001.

[12] Bu konuda bakınız, Thomas Crocker ve A.J. Rogers, Environmental Economics, Holt,Newyork, 1971.,  Garret Hardin, The Tragedy of the Commons, Science, 162, 1968, 1243-1248.

[13]  Mengi- Algan, Küreselleşme ve Yerelleşme Çağında Bölgesel Sürdürülebilir Gelişme: AB ve Türkiye Örneği, s.19.

[14] Ayşegül Kaplan, Küresel Çevre Sorunları ve Politikaları, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, Ankara, 1997, s.123.

[15] Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu, Ortak Geleceğimiz(çev.B. Çorakçı), TÇSV, 2. Baskı,1987,s.73.

[16] A.g.e., s.73.

[17] A.g.e., s.74.

[18] Aynı yerde

[19] Aynı yerde

[20] Aynı yerde.

[21] Aynı yerde.

[22] A.g.e., s.125.

[23] Toplumsal örgütlülüğün kapasitesini arttırmak, kapasite tesisi en genel anlamda sürdürülebilir kalkınma anlayışını yürütecek hükümet ve onun dışındaki örgütlülüklerin idari, mali ve finansal sorunlarının yapılandırılmasıyla mümkün olacağı vurgulanmaktadır.

[24] A.g.e., s.127.

[25] Aynı yerde.

[26] A.g.e.,, s.128

[27] A.g.e., s.128-129.

[28] Fosil yakıtların yerine temiz enerji kaynakları olarak adlandırılan güneş, rüzgâr, biyomas enerjisinin teklif edilmesi atmosferdeki karbon miktarının iklimde şiddetli değişimlere yol açmayacak düzeyde tutulması niyeti yolunda bir adım olarak değerlendirilse bile; bu teklif, verili üretim ve tüketim kalıplarını değiştirme perspektifinden beslenmediği ölçüde sorunu gerçek anlamda çözme potansiyeli barındırmıyor. Atmosferdeki karbon miktarının artmasına neden olan doğal ormanların sanayiye ya da endüstriyel tarım ve hayvancılığa kurban edilmesi, uluslararası taşımacılık sektörünün her geçen gün büyümesi ve otomobile dayalı bir uygarlığın toplumsal tüketim alışkanlıklarının, üretim tarzındaki değişikliklerle mümkün olabileceğinin hesaba katılmaması bu tür önerilerin çözüm yolunda alternatif olabilme gücünü zayıflatıyor. Daha genel bir anlamda da şu söylenebilir ki, üretici güçlerin gelişiminin doğası, üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Neyin, nasıl, ne kadar, ne için üretildiği hesaba katılmadan teknolojik alternatifler en fazla piyasadaki enerji desenini çeşitlendirmekten daha fazla bir işe yaramaz.

[29] Mengi-Kaplan, s.22.

[30] APK (Araştırma Planlama Koordinasyonu Başkanlığı), Rio Süreci, http://www.ogm.gov.tr/rio/rio1.htm, (5.12.2005)

[31] Ortak Geleceğimiz Raporunda da gönüllü kuruluşlara kalkınmada aktif roller biçilmiştir. Ancak Gündem 21 ile uluslararası bir resmi belgede bu durum sistematikleştirilmiştir.  Gündem 21,  gönüllü kuruluşları [hükümet dışı kuruluşlar adıyla], yerel halkı, dezavantajlı grupları[yoksullar(çiftçiler ve işçiler de dahil), kadınlar, çocuklar, gençler] kalkınmanın katılımcısı ya da ortakları olarak görmüştür.

[32] Mengi-Kaplan, s.34.

[33] Habitat ve Toki, http://www.toki.gov.tr/habitat/habitat/index.html, (7.11.2005)

[34] Aynı yerde.

[35]Bildirge’nin 8 temel kalkınma hedefi vardı. Bunlar, “Aşırı yoksulluk ve açlığın ortadan kaldırılması, Evrensel ilköğretimin gerçekleştirilmesi, Kadın-erkek eşitliğinin sağlanması ve kadınların konumunun güçlendirilmesi, Çocuk ölümlerinin azaltılması, Anne sağlığının iyileştirilmesi, HIV/AIDS, sıtma ve öteki hastalıklarla mücadele edilmesi, Çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması, Kalkınma için küresel bir ortaklık geliştirilmesi”ydi. Binyıl Kalkınma Hedefleri Nedir ?, http://www.un.org.tr/un_tur/binyilkalkinmahedefleri.asp, (7.12.2005)

[36] Mengi-Kaplan, s.56.

[37] Adem’in de vurguladığı gibi, “Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, suyun kamusal bir ürün olduğundan bahsedilmemesidir. Böylelikle temiz suya erişimi olmayan yoksul insanlar özel sektörün insafına bırakılmış oldu.” Çiğdem Adem, “Vahşi Kalkınmanın Sonu ya da Sürdürülebilir Yoksulluğun Başlangıcı”, İksir Ekolojik Politika Dergisi, sayı:2, Ankara, 2003, s.14.

[38]Keleş ve Hamamcıya göre, “Çevreyi kirletenlerin, maliyetini karşılamak gereğini duymadıkları zararlı sonuçlara ekonomistler “dışsallık adının vermektedir.”s. 159; Davıdson’a göre de “Neoklasik ekonomistler çevre kirliliğine, dışsallık adını takmışlardır, çünkü maliyetleri, neoklasik ekonomilerin dayalı olduğu piyasa ekonomisinin genellikle dışındadır. Piyasada etkin şekilde alınıp satılmayan her şey, ekonomik piramidin dışındadır ve genellikle neoklasik ekonomi analizlerinde görmezden gelinir. Bazı ekonomistler bu dışsallıkları, piyasa kusurları adını verdikleri şeyin bir örneği olarak incelerler. Alıp satılabilir kirlilik permileri bu dışsallığı içselleştirmiş, hava kirliliğini piyasada etkin şekilde ve başarıyla alınıp satılabilen bir emtiaya çevirmiştir.” Erıc A. Davıdson, Gayrisafi Milli Hasılayı Yiyemezsiniz: Çevrenin Önemli Olduğunu Varsayan Ekonomi,(çev.) B. Dişbudak, TÇSV, Ankara, 2004, s.70.

[39] Keleş-Hamamcı, s.158.

[40] John O’Neıll, Sosyalist Hesaplama ve Çevresel Değer Biçme: Para, Piyasa ve Ekoloji, (Çev. T.Boyraz), Gri ve Yeşil Teorik Dergi,1, Çalışanlar Yayıncılık, 2005, s.70. Davıdson’a göre ise “Atmosfer ne kadar paha biçilmez bir kaynak olursa olsun, mavi gök¬yüzüne yine de, onu koruyabilmek için, bir piyasa değeri biçilmiştir. Kü¬kürt gazlarının bacalardan salınabilmesi için, parayla alınıp satılabilen permilerin lanse edilmesi, ekolojik ekonominin ilginç bir başarı öyküsü¬dür. ABD hükümeti belli bir düzeyde kükürt emisyonunu kabul etmeye razı olmakta, kirleten kurumlara permiler vermekte, sonra bu permiler herhangi bir mal gibi alınıp satılabilmektedir.”Davıdson, s.69.

[41] İklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonlarını (salımlarını) azaltmaya yönelik eylem stratejilerini ve yükümlülüklerini, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (İDÇS)  düzenlemektedir. Haziran 1992’de Rio’da gerçekleştirilen Rio Zirvesi’nde imzaya açılmış ve Mart 1994’te yürürlüğe girmiştir. Bu sözleşme ve Biyolojik çeşitlilik sözleşmesi temel olarak dışsallıkların içselleştirilmesi yaklaşımından beslenmektedir. Sözleşme’nin nihai amacı, “Atmosferdeki sera gazı birikimlerini, insanın iklim sistemi üzerindeki tehlikeli etkilerini önleyecek bir düzeyde durdurmaktır. Yasal yükümlülük girişimleri ve yasal yükümlülük hedefleri ise, sırasıyla, İDÇS Taraflar Konferansı’nın (TK) 28 Mart-7 Nisan 1995 tarihleri arasında Berlin’de yapılan 1. Toplantısı’nda kabul edilen Berlin Buyruğu’nda ve Aralık 1997’de kabul edilen Kyoto Protokolü’nde yer almaktadır. Esneklik Mekanizmaları ile ilgili ayrıntılı bir yazı için bakınız: MuratTürkeş, Kyoto Protokolü Esneklik Mekanizmaları http://www.meteor.gov.tr/2005/arastirma/iklimdegis/iklimdegis8.htm (8.9.2005)

[42] Dağdemir’e göre, kapitalist ekonomik sistemde birçok çevresel varlığın kamusal mal olması ve piyasalarının oluşmaması nedeniyle, fiyatların yol göstericiliğinde karar veren ekonomik birimlerin çevresel varlıkların geleceğine sahip çıkmaları ve korumasına özen gösterme sorumluluğunu taşımaları mümkün olmamaktadır. Özcan Dağdemir, Çevre Sorunlarına Ekonomik Yaklaşımlar ve Optimal Politika Arayışları, Gazi Kitabevi Yayınları, Ankara, 2003, s.158.

[43] Bu açıdan liberal iktisat açısından birinci ilke, para ve maliye politikalarındaki yapılanmayı kapsar. Bu doğrultuda liberal iktisatçı Roodman’a göre, “Ekonominin çevresel olarak sürdürülebilirliğini sağlamaya yönelik çevre vergi ve yasaları, uluslararası antlaşmalar ve toplumsal baskının getirdiği yaptırımlar, özel kesimde ve kamu kesiminde var olan işletmeleri, sürdürülemez teknolojilerden uzaklaşmaya ve çevreyi daha az kirleten, geri dönüşüm oranı yüksek üretim yapısını benimsemeye itmektedir.” Mesele sürekli büyüme olunca Roodman’ın ham hayallerinin somut bir karşılığı olmadığı rahatça görülebilir. Ancak yine O’na göre, “bu mali ve parasal araçların diğer bileşeni ise teşvikler ve sübvansiyonlardır. Çevresel ve ekonomik açıdan sürdürülemez yatırımlar yerine, sosyal, ekonomik ve çevre unsurlarının uyumunu gözeten yatırımların devletler nezdinde ve uluslararası politik karar verme mekanizmalarınca desteklenmesi mali ve parasal bir uygulama aracı olarak görülebilir. İkinci uygulama aracı olarak ise, çevrenin ticaret konusu haline getirilirken bu konuda çeşitli standartlar ve ilkeler belirlenerek, çevresel “kaynak stokunun” korunması ve geliştirilmesi amaçlanır. Çevrenin tam rekabet koşullarına kavuşturulmasındaki üçüncü uygulama aracı, yardım politikalarıdır. Yardım politikaları aracılığıyla yoksul ülkelerin çevresel stokların kullanılmasında daha rasyonel ve piyasaya uygun davranılması beklenir. Tarımsal üretimde yoğun kimyasal kullanımını engellenmesi, biyolojik çeşitliliğin korunması, flora ve fauna zenginliğinin ekonomik değere kavuşturulması beklenir.” Ancak özellikle üçüncü dünya diye anılan ülkelerin genetik ve doğa varlıklarını temellük etmenin bir yolunda bu tür borçlandırma politikalarıdır. Çevre üzerindeki yoksul ülkelerin üretim baskısını azaltmak amacıyla harekete geçirilen ve çevrenin rekabete açılmasını yeniden düzenleyen son araç ise, yoksul ülkelerin dış borçlarının yeniden yapılandırılmasıdır. Toplumsal zenginlik dünyanın ortak geleceği için tüm insanlığın mirası sayılmazken, doğa varlıkları tüm insanlığın ortak mirası sayılır. Bu aynı zamanda üçüncü dünya da ulusalcı tepkilerinde ortaya çıkmasına neden olur. Zengin ülkelerin, yoksul ülkelerin kaynaklarını kullandırtmadığı ve sömürdüğü eleştirisi geliştirilir. Ancak asıl üzerinde durulması gereken mesele, doğa varlıklarının uluslararası sözleşmeler ve zor ile mülkiyet konusu haline getirilmesidir. Örneğin Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesinin eki niteliğindeki Cartagena Biyogüvenlik Protokolü bu konuda hukuksal düzenlemeler içermektedir. Bu şekilde yıllardır doğa varlıkları ile dolaysız bir ilişki kuran toplum, artık hukuk dolayımı ile bir kez daha sömürülür. Çevresi onun için bir yabancı ve maldır.

[44] Terry L. Anderson-Donald R. Leal, Serbest Piyasa ve Çevrecilik, (çev.) V. Fuat Savaş, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları No:5, Siyasal Kitabevi Yayınları, Ankara, 1996, s.5.

[45] Hardin teorisini geliştirirken, ortak kullanıma tahsis edilen bir alanda sürüsüne otlak alanı açmaya çalışan bir çobanın karşılaştığı sorun ekseninde açıklamaktadır. Buna göre tüm otlaklık alan herkese açıktır. Her bir çoban sürüsüne katacağı ekstra hayvanın kendisine olan maliyetini ve faydasını düşünerek kazancını maksimum düzeye çıkarmayı hedeflemektedir. Hardin bu noktada ortak malların yönetimi konusunda, geleneksel toplumlarda bu alanların toplum tarafından sahiplenilerek yönetildiğini söylemektedir. Bakınız: Hakan Altıntaş, “Ortak Malların Trajedisi: Karadeniz ve Hazar Denizlerindeki Kirlilik”, Çevre Sorunlarına Çağdaş Yaklaşımlar: Ekolojik, Ekonomik, Politik ve Yönetsel Perspektifler içinde, (ed.) Mehmet. C. Marin, Uğur Yıldırım, Beta Yayınları, İstanbul, 2004, s.205-248.

[46] “Küresel Komşuluk” raporuna göre de, “ Küresel yönetime çevre alanında en doğrudan zorluk çıkartan şey, “ortak varlıkların trajedisi” nin ortaya getirdiği zorluklardır ki, bu da ortak çevre varlıklarının, yeterli düzeyde bir işbirliği yönetimi olmaması nedeniyle aşırı kullanımı anlamına gelmektedir. Küresel atmosferin kirlenmesi ve okyanus balıklarının azalması, tıpkı yerel ortak otlakların azalması ve yok olması gibi, yine yönetim yetersizliğinden, sağlam mülkiyet haklarının ve ortak kaynakların kolektif kullanımıyla ilgili sorumlulukların yeterince belirgin olmamasından kaynaklanmaktadır. Küresel Yönetim Komisyonu Raporu, Küresel Komşuluk (çev.)  B. Çorakçı Dişbudak, Türkiye Çevre Vakfı Yayını, Ankara, 1996, s.176.

[47] Anderson ve Leal’e göre, ABD’de toprak sahiplerine kendi toprakları üzerindeki yabani yaşam için bedel ödenirse, yabani yaşamla ilgili görüşleri önemli ölçüde değişebilir. Bir çiftlik sahibi olan Montana’lı Franklin Grosfield, yabani hayvanların kuru otlarını tüketmesinden ve gece yarısı, arazisinde avlanmak isteyen avcılar tarafından uyandırılıp izin istenmesinden bıkmıştı. Fakat bu tutumu, arazisini bir avcılık kulübüne kiralamaya karar verince değişmiştir. Avcılar, Grosfield’e hayvancılık faaliyetini destekleyecek bir gelir sağlamışlar ve kendi ifadesiyle ‘en kötü sorumluluklarımızdan birini (yabani yaşamı) bir aktif kıymet haline dönüştürmüştür.” Anderson – Leal, Serbest Piyasa ve Çevrecilik, s.95.

[48] Küresel Komşuluk, s.176.

[49] Ortak malların piyasa değerine kavuşarak korunmasında mülkiyet haklarının kurulmamış olması kadar önemli diğer engel olarak ise devletin piyasaya müdahalesi gösterilir.

Yoruma kapatılmıştır.